Web Tasarım Ankara

 

İktidarın Arka Bahçesi Olmak Ya Da İHH'dan Sonra Sıra Kimde? 

Adem Çaylak

ademcaylak@gmail.com

04.07.2016

İslam tarihinde devlet, topluluk (cemaat) ve ulema ilişkisi oldukça sorunludur. Müslüman devletin zulme sapan ve sömürü içeren uygulamalarına karşı duruş sergileyen, İslam’ın sivil ve toplumsal ruhunu zalim Müslüman iktidar öbeklerine karşı koruyan ve bu uğurda direniş hareketlerini destekleyen Müslüman alimler, akımlar ve hareketler olmuşsa da (Harici, Şii ve Mutezili devrimci ve temekküncü muhalefet hareketleri), İslam tarihinde hakim kod, cemaatin çoğunluğunun ve ulemanın genellikle devlet ve iktidar safında yer  aldığıdır. Müslüman cemaatin çoğunluğu ve ulema, kendilerinden gördükleri, Allah tarafından kendilerini yönetmek üzere görevlendirildikleri, suç ve günahlarının cezasını iktidar eliyle gördükleri ve en önemlisi de dirlik ve birlik bozulmasın ya da “fitne” çıkmasın gailesi ile zalim Müslüman iktidar ve yöneticilere dahi sabrettikleri hatta onayladıkları bir tarihsel sürecin ürünü olarak biçimlenmiştir (Ehli Sünnet yönelimli ‘sineye çekici’ ve ‘sabırcı’ muhalefet).

 

Bu tarihsel sürecin ve çarpık zihinsel biçimlenişin etkisi ile Müslüman devlet ve iktidar pratiğinde cemaat ve ulemanın çoğunluğu, “devlet olmazsa din de olmaz, ya devlet başa ya kuzgun leşe, devletin bastığı yerde ot bitmez” anlayışı ile devleti yüceleştirmiş, başta bulunan halife-sultanları kutsallaştırmış ve genellikle devlet iktidarının arka bahçesi ve saray alimi gibi hareket eder hale gelmiştir. Müslüman bir yöneticinin başında bulunduğu devlet, zalim olsa da keyfi yönetim gösterse de ona tahammül edilmesi gerektiğini savlayan bir zihin dünyası, İslam toplumsal ve siyasal tarihinde muhalefet kültürü ve geleneğinin neden güdük ve etkisiz kaldığının göstergesidir. Arap-İslam, Fars-İslam ve Türk-İslam imparatorlukları geleneğinde biçimlenen siyasal akılda devlet, toplumun tümünü içine alan, birlik ve beraberliğin teminatı ve “şeriki” olmayan bir mekanizma olarak algılandığı için devletten ayrı bir toplumsallık ve sivillik kategorisinin varlığı meşru görülmemiştir.

 

Ezcümle, tarihsel sürecin ve devletin ululuğu ve kutsallığı konusunda var olan zihinsel arka planının etkisiyle, İslamcı iktidar pratiklerinin olduğu dönemlerde Müslüman dernek, vakıf, cemaat, tarikat ve bilumum oluşumların çoğunluğu ile Müslüman aydın, gazeteci, yazar ve ilim ehlinin çoğunluğu iktidarın arka bahçesi işlevi görmüştür. Devlet aklı, böylesi bir halet-i ruhiyeden beslenerek iktidarını tahkim etmeyi başarmıştır.

Osmanlı’da II. Meşrutiyet döneminden (1908-1918) başlayarak yüzyıla yakındır iktidar olamayan, Erbakan’ın Milli Nizam (MNP), Milli Selamet (MSP) ve Refah Partisi (RP) siyasi tecrübelerinde, farklı bir yönelimi haiz olsa da, istediğini bulamayan ancak Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin (ANAP) açtığı İslamcı/muhafazakar Protestan etik ve ekonomik liberalleşme ve kolektivist hürriyet anlayışları çerçevesinde devlet kademelerini ele geçirmek, modernleşmek, zenginleşmek ve güçlenmek isteyen İslamcı kesime, bu isteklerini vereceğini vaad eden bir siyasi pratik olan Ak Parti iktidarı ile birlikte muhafazakar ve İslamcı çevrelerin çoğunluğu, yüzyıla yakındır güce susamışlık, sınıfsal açlık ve devlete duyulan özlem ve karşılıksız aşkın etkisiyle, devlet iktidarına eklemli hale gelmiştir. 

Uzun yüzyılların birikimi ve geleneği üzerine oturan Türkiye’de devlet aklı, 1990’lı yılların sonuna uzanan seküler Kemalist Cumhuriyet döneminde, “zor”, “baskı” ve “darbe”ye dayalı dil ve din politikası yüzünden Kürtleri ve İslamcı kesimleri kendisine muti hale getirmekte oldukça zorlanmıştı. Darbeci seküler Kemalist dönemin post-modern darbe denemesi adını alan 28 Şubat 1997 süreci (öncesi ve sonrası), Türkiye’de egemenlerin, sisteme bir türlü itaat etmeyen ve rıza göstermeyen Kürtleri ve İslamcı kesimleri, “rıza” ve “gönüllü kulluk” üzerinden devlete eklemleyecek ve en önemlisi de hem Kürtlerin hem de İslamcı kesimin içinden çıkmış siyasi pratikler yaratmaya sevk etmiştir. Kürtler ve Kürt siyasi hayatındaki değişim ve dönüşüm ile devlet aklı ile ilişkiselliği ya da mücadelesini başka bir yazıda irdelemeyi düşünerek, şimdilik İslamcı kesim, devlet ve iktidar arasındaki ilişkiselliğe devam edelim.

 

Zaten uzun yıllardır devlet kademelerini ele geçirmek, “güç”lenmek, zenginleşmek ve modernleşmek için çırpınan İslamcı kesim, kendi içinden çıkmış siyasi parti ve elitlerini, darbeci seküler Kemalist rejimin baskı ve zor politikalarından bunalmış muhafazakar ve dindar çoğunluğu kurtaracak hareketler olarak görmüştür. Erbakan ve RP geleneğinden farklı olarak, uluslararası sistemin güç odakları ile uzlaşan ve Türkiye’de sisteme devamlılık kazandıran devlet aklı ile bir sorunu olmayan, “milli görüş gömleğini” çıkardığı gibi İslam’ı da referans almayacağını deklare eden ve bir mücadele içine girmeyen, olabildiğince “ihtiyatlı bir çekingenlik” ile süreç içinde devletin yapı taşları ile buluşarak “devletleşen” Ak Parti, İslamcı kesim ve dindar çoğunluk tarafından, zaten uzunca zamandır hasret kaldıkları ve istedikleri makam, mevki, para, rant, rahatlık ve ganimetleri sağladığı sürece, sisteme entegre olup olunmadığı, Kemalist devlet tarafından yutulup yutulmadığı meselesini görmezlikten gelerek desteklenen bir Müslüman siyasi pratiğin adı olmuştur.

 

Böylece Türkiye’de devlet aklı, “zor”, “baskı” ve “darbeye” dayanan seküler Kemalist siyasi aparat ve pratiklerle sistem ve devlete yeterince bağlayamadığı İslamcı kesim ve dindar çevreleri (İslamcı STK, cemaat, tarikat vb), önce, “dinci” Kemalist hizmet”kar” şebeke ile evlendirilen ve “rıza” üzerinden toplumdan destek alan Ak Parti pratikleri ile sonra hizmet”kar” şebeke gerekçe gösterilerek Ergenekoncu, derinci, vesayetçi ve ulusalcı kimi unsurlarla girdiği ittifakla hepten sistemin ve devletin koruyuculuğuna soyunan “muktedir” Erdoğan’ın karizması üzerinden devlete iman ettirecek noktaya getirmiştir. Başka bir deyişle, Gramsciyen bir ifade söylersek, Kemalist devlet hegemonyası, “zor”, “baskı” ve “darbe” üzerinden hadım edemediği ve kendisine eklemleyemediği İslamcı kesim ve dindar çevreleri, İslamcı kesimin kendi içinden çıkmış siyasi pratik ve liderleri üzerinden “rıza” ve “gönüllülük” yaratarak kendisine tabi kılmayı başarmıştır.

 

Bugün Türkiye’de Ak Parti iktidarı ve “muktedir” Erdoğan üzerinden devletleşen, devletin ve sistemin zihin kodları ile uyumlaşan ve milliyetçileşen bir İslamcı ve dindar kesimin varlığı ile karşı karşıyayız. Bu aslında, “baskıcı” ve “baskıcı” seküler “kırmızı” Kemalizm’in, müslüman iktidar ve “muktedir” üzerinden “rıza” ve “gönüllülüğe” dayalı muhafaza”kar” yeşil Kemalizm tarafından güçlendirilmesi ve tahkim edilmesinden başka bir şey değildir. Yani, Türkiye’de devlet aklının hakim olduğu sistem, bir taşla iki kuş vurmuştur. Bir taraftan yüzyıla yakındır hadım edilemeyen, devlete muti yapılamayan İslamcı ve dindar kesimlerin devletçi, iktidarcı ve milliyetçi olmaları temin edilirken, diğer yandan İslamcı ve dindar kesimin ruhu ve desteği ile devlet iktidarı hepten güçlendirilmiş oldu.

 

Hep söylediğim gibi yüzyıllardır Türkiye’de devlet aklı, kendi hayatiyetini sağlama almak ve sürdürmek için tetikçi kullanmakta ve kirlenen bağırsaklarını temizlemekte ve kan değiştirmekte oldukça mahir hale gelmiştir. Türk-İslam imparatorlukları geleneğinin bir ürünü olan Türkiye’deki devlet aklı, uluslararası güç odakları ile bağlantılı bir şekilde her daim kurulu düzeni (establishment) ayakta tutacak kan tazeleme operasyonlarına imza atmıştır. Dünyada esen hegemonik güç dengesindeki değişimlere paralel dönüşümlere imza atan devlet sistemi, kimi zaman “cumhuriyetçi/tekçi” Kemalizm (CHP) kimi zaman “demokrat/çoğulcu” Kemalizm (DP) ya da onların türevleri ile bağırsaklarını temizlemiştir. 1945 Yalta Konferansı’nda (Şubat 1945) çizilen plan gereğince ABD’nin nüfuz alanına bırakılan Türkiye, aynı yıl içinde yapılan San Fransisko Konferansı’nın (Nisan 1945) itici gücü ile “çok partili” siyasal hayata geçiş kararı almış ve ikinci dünya savaşının esas galibi olan ABD’nin hegemonyasında bir siyaset izlemeye başlamıştır. 1950’de iktidara gelen Menderes’in meclisteki ilk konuşmasında, “devr-i sabık yaratmayacağız” sözü, sistemin “milliyetçi” Kemalizm’den “halkçı/popülist” Kemalizm’e evrildiği ve Türkiye’nin ABD yörüngesinde bir siyaset izleyeceğinin karinesi olarak okunmalıdır.   

 

Dünyada esen rüzgara koşut bir biçimde, çizgi dışına çıktığını varsaydığı önceki müttefiklerini yer ile yeksan eden 1960 darbesi sonrası “sol” Kemalist kan ile “abdestini” tazeleyen sistem, İran devriminin Türkiye’de yaratacağı İslami uyanışa ön almak ve yön vermek adına 1980 darbesi sonrası “Türk-İslam” sentezli “sağ” Kemalizm kanda yıkandıktan sonra, görünüşteki “tehdit unsuru” olan SSCB’nin yıkılması ile bölgede hakiki “tehdit unsuru” olabilecek İslam’ı çift kanattan kontrol edecek mekanizmaları devreye sokmuştur.

 

Bir yandan siyasal parti hüviyetinde gittikçe yükselen “siyasal İslamcı” Refah Partisi’ne iktidar ortaklığı sahnesinde geçit vermeyen sistem, öte yandan 1990’ların kaotik ortamında, bizzat “seküler Kemalizm”in kucağında büyütülen “Gülen” Kemalizm’in desteklediği 28 Şubat darbesinin sillesini yiyen toplum kesimlerinin tepkisinin bir ürünü olan Ak Parti ile “hizmet” hareketinin gerdek evliliğinde kendisini tahkim etmeyi bilmiştir.

 

Kullanıldıkça urlanan ve kirlenen bağırsak içi malzeme olan “dinci” Kemalist hizmet”kar” şebeke “bekleme odası”na alınırken, muhafaza”kar” Müslüman kitlenin kendilerini onda buldukları, kurtarıcısı, beklenen lideri ve mesajı okunduğunda dahi “kıyam”a durulan neredeyse “yarı-tanrısal” bir figür haline getirilerek fetişleştirilen “muktedir” üzerinden İslamcı STK, cemaat ve tarikat gibi oluşumların çoğunluğu ile İslamcı aydın, gazeteci, yazar ve akademisyenlerin çoğunluğu, seküler kırmızı Kemalist devletin, muhafaza”kar” yeşil unsurları ve birer kullanışlı aparatı haline getirilmiştir.

 

İşte bu süreçte, iktidarın arka bahçesi ve kullanışlı birer aparatı haline gelen ya da getirilen cemaat, kurum, kuruluş ve aydınların çoğunluğu iktidar ve “muktedir”in özellikle 2011 sonrası uyguladığı dış politikanın (en başta Suriye olmak üzere) yanlışlıklarını dahi savunmuşlar ve meşrulaştırmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bunların başında yaklaşık yirmi yıldır insani yardım alanında faaliyet yürüten ve Ak Parti’nin iktidar sürecinde özellikle Ortadoğu ve Afrika bölgesinde etkisini iyice artıran İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) gelmektedir.

 

Taki Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve “muktedir”in, arka planı gizli Roma ve İsviçre görüşmelerine dayanan, 26 Haziran 2016’da “normalleşme” adı altında Mavi Marmara olayının bile gerisi düşecek bir şekilde İsrail ile anlaşana dek, daima Ak Parti iktidarının dış politikasını  olumlu olumsuz her durumda destekleyen ve savunulması mümkün olmayan Suriye politikasının baş aktörlerinden birisi olan İHH, zaten açık olan ve İsrail’in onayı ile geçişe izin verilen İsrail’in Aştod limanı üzerinden yardımı onaylarak Gazze’ye ablukayı resmileştiren Ak Parti hükümetini ve “muktedir”in İsrail politikasını dolaylı eleştirince, devletleşen Ak Parti iktidarının “muktedir”i tarafından azarlanarak, ipi çekilecek hale getirilmiştir.

 

İHH tarafından organize edilen Mavi Marmara gemisinin, kendilerinden izin alınarak yola çıktığını pek çok kere söyleyen, Mavi Marmara olayını, İslamcı kesim ve muhafazakar kitlenin politik desteğini sürdürmek adına yıllarca kullanan, siyasi getirisi olan kullanışlı slogana dönüşen “one minute”tan beslenen Erdoğan’ın 2016 Türkiye-İsrail anlaşması sonrası, İHH’yı hedef göstererek Mavi Marmara olayı için, kendilerinden izin alınmadığını, böyle maceracı girişimleri tasvip etmediklerini beyan eden açıklamaları, iktidarın arka bahçesi rolüne bürünen İslamcı STK, cemaat ve tarikat ile aydın, gazeteci ve yazarların, her ilacın bir kullanım ömrü olduğu gibi kullanılarak, zamanı geldiğinde çöpe atılabileceklerinin en büyük göstergesidir.

 

Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, yanlış Suriye politikası başta olmak üzere uluslararası hukukla uyuşmayan pek çok hususu, İHH gibi örgütlerin başına atarak, geçmişin sorumluluğundan kurtulmak isteyebilir. Aynı zamanda, devletleşen Ak Parti ve “muktedir” üzerinden, İHH gibi İslamcı örgütler etkileri kırılmak ve tasfiye edilmek istenebilir. Geçmişte yaşanan tecrübeler göstermektedir ki, tüm bunlar mümkündür.

 

İktidarın arka bahçesi rolüne bürünen ve böylece devletin gücünü tahkim eden İslamcı STK, cemaat ve tarikatların İHH olayından ders alması gerekmektedir. Sadece İHH olayı değil, bundan önce devlet aklı tarafından kullanılıp atılan ya  da bekleme odasına alınan oluşumların başına gelenlerden ciddi ibret almalıdır. Dün, “dinci” Kemalist hizmet”kar” şebekeyi kullanan devlet aklı, bugün muhafaza”kar” “muktedir” üzerinden devlete ram olmuş İslamcı STK, cemaat ve tarikatları kullanmaktadır. Başka bir deyişle, devlet aklı kendi hayatiyetini sağlama almak adına, “paralel”ler değiştirmektedir. Dün hizmet”kar” paralel, bugün muhafaza”kar” paralel.

Ancak şu hiç unutulmamalıdır ki, uluslararası güç odakları ile bağlaşıklı çalışan devlet aklı için “hizmette sınır tanımayan”,  ne olduğu belli olmayan, belirli bir kimliğe sahip olmayan, her türlü şeytanla dans etme becerisi gösterme kabiliyeti olan hizmet”kar” şebeke tipi yapılanmalar, hiç bir zaman tamamen tasfiye edilmez, kullanışlılık durumuna göre sadece bekleme odasına alınırlar. Şu an Türkiye’de böylesi bir durum yaşandığını ve buna dikkat edilmezse de büyük sıkıntıların Müslümanlar adına yaşanacağını ifade ediyorum.

Eğer İslamcı STK, cemaat ve tarikatlar ile İslamcı aydın, gazeteci, yazar, ilim ehli ve akademisyenler, hala iktidarın arka bahçesi olmaya devam eder, iktidarın “organik” ve “çanak” aydını olmayı sürdürür, devlet ve iktidar karşısında özerk bir konum almaz, iktidar ve “muktedir”in doğru ya da yanlış her söylediği ve uyguladığını, “bunda bir hikmet vardır” mantığı ile eğip bükerek savunmaya ve meşrulaştırmaya çalışır, ahlak, adalet, hakkaniyet ve erdem adına iktidar ve “muktedir”in zulüm, haksızlık, kötülük, samimiyetsizlik, keyfi yönetim, hukuksuzluk, kirlilik ve yolsuzluklarına karşı çıkmazsa, daha önce örnekleri görüldüğü gibi, İHH’nın ya da bir kısım hala “icazetli oto critisizm” yapan organik “Akaydın”, “Akgazeteci”, “Akyazar”ların başına geldiği gibi, sıra kendilerine gelecektir. Hem de kısa zamanda. Çünkü seküler Kemalist bedeni, muhafaza”kar” ruhla kendini yenileyen devlet aklı, muhafazakarların ve dindarların göklere çıkardığı “muktedir” üzerinden İslamcı STK, cemaat, tarikat ile İslamcı gazeteci, yazar ve akademisyenlere ayar verecek ve hizaya getirecektir. Bunların emareleri ortadadır.  Bizden söylemesi…          

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Âdem Çaylak