Web Tasarım Ankara

Benim Ölüm “İyi” Senin Ölün “Kötü” Sendromu

 

Adem Çaylak

ademcaylak@gmail.com

16.06.2016 

Yazıma, insanlığın içine düştüğü büyük kırılmayı barındıran anlam yüklü alegorik bir hikaye ile başlamak istiyorum. Allah tarafından insanları ayartmak ve yoldan çıkarmakla görevlendirilen Şeytan, Allah’ın huzuruna çıkar ve “Ey Tanrım, bana verdiğin bu görevden artık istifa etmek istiyorum” der. Allah’ın, “Ne oldu ki, neden böyle bir karara varmak gereği duydun?” diye sormasına üzerine, Şeytanın verdiği cevap manidardır: “Ey Tanrım, bana verdiğin, insanı kötülüğe meylettirme görevini artık yerine getiremiyorum. İnsanoğlu öyle sapmış ki, ‘insana uymak’ tehlikesi altındayım”.

 

Bu alegorik hikaye, Şeytanı temize çıkarmaktan ziyade, “şeytana uymak” tehlikesi altında kötülük, ihanet, “şeytanı dahi kendine uyduran” insanlığımızın geldiği noktayı tebarüz ettirmeye matuftur. Umarım başkaca anlamlar yüklenmez. Aslında bu hikaye, bir taraftan Şeytanın görevini yerine getirmede oldukça başarılı olduğunu gösterirken, diğer taraftan hür irade ve düşünme gücüne sahip bir varlık olarak insanın, “arzu/haz” gücü ve “öfke/kin” gücüne yenik düşerek, Şeytanı dahi şaşırtacak azgın bir potansiyele sahip olduğunun göstergesi olarak da okunabilir.

 

Evet bugün insanlığımız Şeytanı dahi şaşırtacak bir noktaya evrilmiştir. Artık farklı kavim, din, mezhep, ırk, etnisite, ideoloji, dünya görüşü ve kültür arasındaki mücadele, hayatta olanların adeta “ölü”lerin kimliği üzerinden gerçekleştirdiği bir manzaraya sahne olmaktadır. Ne yazık ki, “ölü”lerin kimliği üzerinden saflar birbirinden ayrılmaktadır.

 

Herhangi bir yerdeki savaş, iç savaş ve çatışma, katliam, patlama, bombalama ve öldürme olaylarında hayatlarını kaybedenlerin kimliği üzerinden yapılan tartışmalar ve belirginleşen saflar, insanlığımızın geldiği noktayı iyi özetlemektedir. Ölü sevicilik (nekrofili) ve ölü sayıcılığın da ötesine geçen böylesi bir halet-i ruhiye, her mezarlığın ölü sevici ve sayıcılarını, benim ölüm “iyi”, senin ölün “kötü” psikoz ve sendroumu ile karşı karşıya getirir hale gelmiştir.

 

Kendi kavmi, mezhebi, dini, ırkı, etnisitesi, cemaati, ideolojisi ya da dünya görüşünden olmayan masum insanların katledilmesi ya da bombalanması sonucu “ölüm”lerinden insanlık adına utanmak ve insan olmaklık halinden ötürü üzülmek şöyle dursun, neredeyse zevk duyacak hale gelen her düşünce, kavim, din, mezhep, ırk, ideoloji ve dünya görüşünden insanların çoğunlukta olduğu bir dünya, hakikate dair gidecek yolu kapatmış demektir.

 

Kendi kavim, din, mezhep ve dünya görüşünden olanların “ölü”süne ağlayan, bu “ölüm”ler üzerinden kendinden olmayanlara karşı kin, nefret ve düşmanlık besleyen ve kendi “ölü”sü üzerinden politik ya da çıkara dayalı sonuç elde etmeye çalışan, kendinden olmayan “öteki”nin öldürülmesi ya da bombalanması karşısında tam bir vurdumduymazlık örneği sergileyen, hatta içten içe sevinen bir psikoz, hayra alamet değil, aksine Şeytanı, “insana uydum”(!) dedirtecek denli telafisi mümkün olmayan bir travmanın azgınlaşmasıdır.

 

Bilindiği üzere insanlık, son yüzyılda ve bilim, teknoloji ve silah sanayinde büyük gelişme ve ilerlemelere paralel olarak özellikle son yıllarda hedefi, belirli din, mezhep, kavim, ırk, etnisite, dünya görüşü ve ideolojiye sahip masum insanlar olan kitlesel ölümlere ve katliamlara sahne olmaktadır. Katliamlar, bombalamalar ve ölümler belirli örgütlerin işi diyerek sorunun çözülemeyeceği anlaşılmıştır.

 

Arkalarında büyük küresel güçler, hanedanlıklar, sermaye grupları ve devletler olmadan “taşeron’örgütlerin bu tür katliamlara ve kitlesel ölümlere imza atmasına imkan yoktur. Büyük güçlerin belirli sonuç üretmek ve amaçlarla Truva atı olarak kullandığı ya da örgütlerin büyük güçleri ayartarak kendi lehlerine sonuç çıkarmak adına işlediği katliamlara maruz kalan masum insanların ölümleri üzerinden kitleler, istenilen kalıba sokulabilmekte ve egemenlerin çıkarları istikametinde manipüle edilebilmektedir. 

 

Yukarıda sözü geçen alegorik hikayeyi ve bütün bunları neden anlattım. Son yıllarda dünyanın farklı bölgelerinde ancak daha çok İslam dünyasında meydana gelen kitlesel ölümler ve katliamlar, ne yazık ki Müslümanları da içine alacak şekilde, insanların çoğunluğunu, benim ölüme “yazık”, senin ölüne “oh olsun”, benim ölüm “mübarek”, senin ölün “sıradan” dedirtecek denli, “ölü”nün kimliği üzerinden karşı karşıya getiren gelişmeler yaşanmaktadır.

 

Bosna’dan Afganistan’a, Filistin’den Irak’a, Suriye’den Yemen’e, Myanmar’dan Çin’e, Türkiye’den Mısır'a, Somali’den Nijerya’ya Müslümanların yaşadığı ülke ve bölgelerde yaşanan bombalama, katliam ya da iç savaş/çatışma sonucu ortaya çıkan Müslüman ölümler karşısında Batılıların çoğunluğu ya da bir kısmı, bu ölümleri kendi “ötekisi”nin ölümü olarak “sıradan” ölümler olarak görüp, sadece kınama ile yetinip ayağa kalkmaz iken, ABD, Paris, İspanya, Belçika ya da Batılı ülkenin herhangi birinde meydana gelen bombalama ve katliam sonucu yaşanan ölümler “mübarek” görülüp, tel’in etmenin ötesinde büyük bir teyakkuzla karşılanmaktadır. Burada, “ölü”nün kimliği ve katliamın yapıldığı yerin, benim ölüm “iyi”, senin ölün “kötü” sendromunda ciddi belirleyicilik taşıdığı ve ölümler üzerinden iki yüzlü politik saflaşmanın net tezahürleri görülmektedir.

Tersten birbirini besleyen bir süreç olarak, aynı şekilde Batılı ülkelerin herhangi birinde meydana gelen katliam ve bombalama sonucu oluşan ölümler karşısında, çoğunluğu ya da bir kısmı ile Müslüman alemin takındığı tavır da oldukça ikirciklidir. Batılıların özellikle Müslüman ülkelerde gerçekleştirdikleri sömürüye ve baskıya dayanan emperyalist politikaları yüzünden, katliam ve bombalamalar sonucu ölümleri hak ettiğini ve kötülük ve eşcinsellik batağına saplanmış insanların katledilmesi ile iyi bir ders verildiğini izhar ettiren sendromik ve patolojik bir Müslüman zihin dünyasının varlığı da inkar edilemezdir.

 

Başka bir deyişle, kendi ölüsü olunca feryad-ü figan eden zihin dünyası, başkası ve kendi “ötekisi”nin ölümü karşısında sessiz kalmakta hatta “hak etmişlerdi” türünden bir meşrulaştırma ile ölüm üzerinden politik ve çıkara dayalı safları sıklaştırmanın derdine düşmektedir. Buna eşlik edecek şekilde yanlış din algısı, Tanrı’lık taslama rolüne kendine kaptırma, psikolojik ezilmişlik, kendini ispatlama/kanıtlama ve uluslararası ticarete dayalı sorunlu “cihad” kültürünün varlığı da “ölüler”in kimliği üzerine tuz biber ekmektedir.

 

Senin ölün “kötü”, benim ölüm “iyi” sendromunda, kötü misal, örnek olmaz kabilinden söyleyecek olursak, “öteki”lerin olumsuzlukları/yanlışlıkları üzerinden kendini “ak”lamaya çalışan İslam dünyası ve Türkiye’li Müslümanların çoğunluğunun dikkate değer ölçüde imtihanı kaybettiği görülmektedir. Sünni-Şii çatışmasında ya da Şiilere ve Sünnilere yönelik katliam ve bombalamada ölenlerin Şii mi Sünni mi olduğu yönünde mezhepsel kimliğe vurgunun yapılması, ölenlerin hayatları, geride kalanları ve acılarından daha önemli hale geldiği bir Müslüman dünyasının, dünyaya söyleyecek sözünün olmadığını düşünmekteyim. Şu anda Sünni ve Şii İslam dünyası arasındaki mücadele, tarihsel İslam’dan kaynaklanan mezhebi ilkelere yönelik itikadi, fıkhı ve siyasi bir fikri ve entelektüel derinliği haiz bir tartışma olmaktan çıkmış, “ölüm”ler, mezarlıklar ve kutsal mekanların bombalanması üzerinden yürüyen sorunlu bir veçheye bürünmüştür.

 

Aynı şekilde, örnek verecek olursak geçen yılki Ankara Gar katliamında ölenlerin tamamına yakınının sol, Alevi ya da Kürt eksenli politika yapan dernek ve partiye yakın eğilimde insanlardan oluşması, Türkiye’de muhafaza”kar” Müslüman camianın neredeyse tamamına yakınında, katliama tepki konusunda bir refleks ve karşı duruş oluşturmamış, aksine sanki ölmeyi hak etmişler gibi “sessiz” bir sıradanlıkla karşılanmıştır. Sonraki Ankara katliamlarında ölenlerin dünya görüşü, örtüsü, etnisitesi, ideolojisi üzerinden her kesim tarafından bayraklaştırılan “ölüm”ler, Türkiye’de başta muhafaza”kar” kesimin çoğunluğu olmak üzere, Türkiye’de tüm diğer farklı kesimlerin benim ölüm “mübarek”, senin ölün “sıradan” sendromundan kurtulamadığının hatta artık farklı ideolojiler arasındaki mücadelenin fikirler, olaylar ve yaşayan hayatlar üzerinden yapılmayıp “ölü sevicilerin mezarlıkları” ve “ölü”lerin kimlikleri üzerinden yapıldığının en büyük göstergesidir. Yine, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşanan çatışma ve operasyonlarda ölen ya da şehid olanların kavmiyetçi bir psikozla, Kürt ya da Türk olarak kodlanması, “ölüm”leri etnisite üzerinden okuyan bir zihnin patolojik dışavurumundan başka bir şey değildir.

 

Baştaki hikayeye dönecek olursak, Şeytanı dahi görevinden istifaya zorlayacak ve “insana uymak” tehlikesi altında tutacak kadar dramatik hale gelen husus, insanlığın dünyasında artık hayatlar üzerinden değil, “ölüm”ler üzerinden bir gerçeklik inşa edilmekte olduğudur. Bu dünya artık, “ölü”lerin kimliği, dini, mezhebi, kavmi, ırkı, ideolojisi ya da dünya görüşünün insanların tuttuğu safları belirlediği ve kendi ölüsünü “mübarek”, “öteki”nin ölüsünü “sıradan” gören hatta kendi dünya görüşünün ölüsü ile öteki dünya görüşünün ölüsü üzerinden politik hesaplar yapan bir halet-i ruhiyenin insanları sarıp sarmaladığı bir dünyadır.

 

“Tanrı kompleksi” ile yanıp tutuşan insanın içindeki “ölü sevicilik, ölü seçicilik ve ölü sayıcılığı” öldürüp, katliamlar sonucu meydana gelen ölümler karşısında ahlak, adalet ve hakkaniyet içeren bir refleks ve duruş sergilenmediği sürece, Şeytanın dahi çekindiği (!) “insana uymak” tehlikesi altında, “ölü”lerin kimliği, dini ve rengi üzerinden kendi mezarımızı kazmaya devam edeceğiz bu gidişle. 

   

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Âdem Çaylak