Web Tasarım Ankara

BİLİMİN TİCARİLEŞMESİ: “PARACI” AKADEMİK TEŞVİK SİSTEMİ VE BİLİMSEL KONGRE SİMSARLIĞI 

Adem Çaylak

ademcaylak@gmail.com

06.06.2016

 

Son yıllarda Türkiye’de üniversiteler hepten “ticarileşmiş”, akademisyenlerin çoğunluğu da tüccarlara hakim olması gereken saikle hareket eder hale gelmiştir. Başka bir deyişle, Türkiye’de akademyada “at”ın izi, “it”in izine karışmıştır. Araştırma, ilim, eleştirel düşünce, muhakeme etme, akletme, sorgulama, nitelikli öğrenci yetiştirme, kainatı ve kitabı okuyarak toplum ve siyasetin yanlışlıklarına karşı ahlak, adalet ve hakkaniyetli duruş sergilemesi gereken Türkiye akademisyenlerinin çoğunluğu, “kariyer” ve “titr” yapan, üniversiteleri siyaset ve bürokrasi için atlama tahtası haline getiren, “paralı projelerin” peşinden koşan, “ek ders” ve üniversitede idari bir görev kapmak için dostluk ve arkadaşları çiğneyecek denli birbirinin ayağına basan, hak etmediği ve hazmetmediği “titr”i ile toplum ve üniversite için gerine gerine yürüyen “malumat” makineleri haline gelmiştir.

 

Türkiye’de üniversiteler, her geçen gün “prim” ve “proje” yaptıkça “ilim” yapılan mekanlar olmaktan uzaklaşmakta ve “karakter”siz hale gelmektedir. Bu haliyle zaman zaman mensubu olmaktan “ar” duyduğum Türkiye üniversiteleri, büyük çoğunluğu ile tahkik-i ilim ile hakikati arayan erdemli insanların, kurulu düzeni meşrulaştıran “bilgi”yi sorguladıkları ve “sahih bilgi” ürettikleri ortamlar olmak bir yana, geçmiş dönemde olduğu gibi, iktidarın zihin dünyası ve mantığına göre örgütlenen ar-ge kurumları haline gelmiştir.

 

Her gün büyük huzursuzluk ve sorgulama ile içinde bulunmak durumunda kaldığım akademyanın içler acısı bu haline paralel olarak, akademisyenleri “para” için araştırma ve bilim yapmaya özendiren, aslında niteliksiz obez bilgi ve malumat yığınının oluşmasına vesile olan “akademik teşvik sistemi”, beklenenin aksine bilimin ticarileşmesi ve sahtekarlıkla örüntülü bir bilgi ve malumatfuruşluğun oluşmasına katkı yapacak hale gelmiştir.

 

Davutoğlu hükümetinin getirdiği “akademik teşvik sistemi”, bir bilim insanının bir yıl içinde yaptığı yayın, aldığı atıf, bitirdiği proje, kazandığı patent ve katıldığı uluslararası kongre gibi eserlerine takip eden yıl, belirli puanlamalar üzerinden maaşına yapılan katkıdan ibarettir. Akademik teşvik sisteminden para alabilmek için puan toplama yarışına girişen akademisyenlerin çoğunluğu, kongre turizmi ve simsarlığı haline getirilen uluslararası kongrelerde boy göstermeye başlamak zorunda kalmıştır. Halbuki araştırma, okuma ve yayın yapma konusu, ilmi merak, hakikat arayışı ve bir sorunsala cevap ve çözüm bulma cehdidir. Bu anlamıyla ilim, herkesin yapmak zorunda olmadığı ancak meselesi ve derdi olanların gerçekleştirmek durumunda kaldığı varoluşsal bir karakteri haizdir. Bu yüzden, ilmi etkinliğin yapılması, her hangi bir dışsallığın aracı haline getirilmemelidir. Akademisyenleri yayın yapmaya ve eser vermeye özendirmeyi amaçlayan teşvik sistemi, yayın konusunda belki niceliksel bir artışı beraberinde getirecektir ancak bilimsel kalite ve nitelikte bir değişime yol açmayacaktır. Aksine, teşvik sistemi, para ve puan için yayın yapmayı ve bu konuda her türden sahtekarlık, simsarlık içine girmeyi teşvik edeceğinden, akademide niceliksel obez büyüme yaratarak kalitesiz ve karaktersiz bir üniversite oluşumunun önünü hepten açacaktır. Bu haliyle akademik teşvik sistemi, kendisinden beklenenin tam tersi bir sonuç doğuracak ve çok yakında tartışılır hale gelecektir. Akademide niceliksel obez büyüme ile elde edilen puanlarla belirli titrler elde eden ve idari görevlere gelen bir kısım akademisyenlerin hakim olduğu bazı üniversite ve bölümlerin hali, ne demek istediğimizi gayet güzel açıklamaktadır.     

 

Eskiden de var olan ancak uygulama ile hepten artarak yükselen trend ile akademya ve bilim dünyası, “titr” alabilmek ve teşvik sisteminden pay kapabilmek adına, bilinçli bir biçimde birbirine atıf yaparak puan elde etmeye çalışan “atıf çeteleri”ne tanık olmuş, çoğunluğu neo-liberal politikaların tahriki ve “para kazanma” güdüsü ile yapılan bilimsel “kongre turizmi ve simsarlığına” dönüşmüş durumdadır. Bu süreçte, daha çok “paralı projelerin” peşinden koşan akademisyenlerin çoğunluğu, iş dünyasındaki “aferist” sınıfların akademideki çeşitlemeleri haline gelmiştir.

 

Bu babta özellikle daha çok uluslararası kongreye katılarak puan ve para elde etme saikinin, akademisyenlerin çoğunluğunu ciddi bir biçimde sarıp sarmaladığı gözden kaçmamaktadır. Son yıllarda nitelik, müzakere ve karşılıklı birbirini besleyen bir süreç olmaktan hepten uzaklaşan ve bir tür “kongre simsarlığı”na dönüşen uluslararası bilimsel kongrelerin sayısı ve akademisyenlerin kongreye katılım oranı hepten artmıştır. Bu türden bilimsel uluslararası kongrelere katılmak, bildiri sunmak için akademisyenlerin ya da katılımcıların ödemek zorunda oldukları para miktarı da iyice artmıştır. Kongreyi düzenleyenler iyi biliyor ki, akademisyenler akademik teşvik sisteminden para almak ya da puan elde etmek için kongreye katılmak zorundadırlar. Bu yüzden akademik bilimsel kongrelerin çoğunluğu, “para” kazanma mekanları haline getirilmiştir. Bildiri kitabında yer almak ve katılım belgesi almak için akademisyenlerin çoğunluğunun ödedikleri paralar, kongre simsarlığı üzerinden bilimin ne kadar ticarileştirildiğini göstermektedir. Hatta, bu iş öyle bir hal almaya başlamıştır ki, kongreye katılmadan, kongre programı ya da bildiri kitabında yer alma karşılığında paralar ödenmekte ve verilen bu paralar kongre simsarları tarafından kabul edilmektedir.

 

Bu konuda başımdan geçen bir olayı sizinle paylaşmak isterim. İstanbul’da düzenlenen bir uluslararası bilimsel kongreye bir arkadaşımla katılmak ve bildiri sunmak istemiştim. Kongre bildiri programı ilan edilmiş ancak bizlere haber verilmeden kongreye bir kaç gün kala bizim oturum günümüzün değiştirilmiş olduğunu, sunum yapmaya gittiğimiz saatte öğrendik. Bildiri tarih ve saatimizi önceden kontrol ettiğimiz ve yolda olduğumuzdan ve bizlere de haber verilmediğinden, internet sitesinin “about” kısmında ilan edilen bildiri oturum gün ve saatleri değişikliğinden de haberimiz olmadığından, kongreye bildirimizi sunacağımız vakitte gittiğimizde, kongreyi tertip eden akademik hocalar, bildirimizin ertesi güne alındığını söylemiştir. Bu durumun profesyonellikle örtüşmediğini ve kabul edilemez olduğunu, programlarımızı bildiri gün ve saatimize göre ayarladığımızı ve ertesi gün uygun olmayıp başka programlarımız olduğunu söylediğimizde, kongreyi tertip eden arkadaşlar, programımız varsa, kongre katılım ücretini ödedidiğimiz taktirde sunum yapmamızın zorunlu olmadığını, kongre bildiri kitabına gireceğimizi söyleyerek, resmen para  ile bizlerin sunum yapmış görünmemizi istemişlerdir. Bu durumu bilimsel etik açıdan uygun bulmadığımızı, ertesi gün programımız olduğu için kongreye katılamayacağımızı bildirerek, bilimi ticarileştiren bu mantaliteden uzaklaştık.     

 

Türkiye’de çarpık bir biçimde uygulanan neo-liberal politikalar, çoğunlukla devlet ve iktidarın arka bahçesi haline gelen akademiyi de vurmuştur. Türkiye üniversiteleri ve akademisyenlerin çoğunluğu, “para”, “titr” ve “makam” için bilim yapan mekanlar ve insanlar haline gelmiştir. Üniversite ve akademisyenlerin esas uğraşısı, ilme, düşünceye, topluma katkı yapmak, nitelikli  ve sorgulayan öğrenci yetiştirmek ve her daim hakikat arayışı içinde “erdemli bir duruş” gerçekleştirmek iken, Türkiye’de üniversitelerin ve akademisyenlerin çoğunluğuna hakim olan güdü, “proje”, “para”, “ek ders”, “titr”, “makam” kapma ve “burnundan kıl aldırmama” üzerine kurulu hale gelmiştir. Üniversiteleri “karaktersiz” hale getiren bu hususlar, paracı teşvik sistemi ve bilimsel kongre simsarlığı ile hepten zıvanadan çıkmıştır.

 

“Seküler” Kemalist resmi ideolojinin sistemik yapısı ve bilim zihniyetini meşrulaştırmak amacıyla kurulan YÖK’te ve uzantısı olan üniversitelerde sözüm ona Kemalist olmayan “muhafazakar” ve “İslamcı” kadroların yönetici “koltukları”na yerleşmesiyle, maalesef Türkiye’deki üniversitelerin “karaktersiz” oluşunda mahiyet itibariyle bir dönüşüm yaşanmamaktadır. Çünkü “koltuğa” hakim olan zihniyet dünyası ve paradigmada köklü (sistemik) bir dönüşüm yaşanacağına, sadece “koltuğa” oturanların ideolojik kimliklerinin değiştiği bir ülkede, üniversitelerin “karakteri”nden söz edilemez.

 

Büyük çoğunluğu ile üniversitelerimizde biri içe dönük diğeri dışa dönük olmak üzere iki tür “karakter” sorunu yaşanmaktadır. İçe dönük karakter sorunu, daha çok belirli mevkileri elde etmek, korumak ve belirli çıkarlara konmak (mesela fazla ek ders ücreti almak için “kitabı olan her ders okutulur” saçma mantığı uyarınca uzmanlık alanı olmayan derslere talip olmak gibi) amacıyla her türden hile, desise ve dedikodu mekanizmalarına hizmet eden şahsiyetle ilintilidir. “Erdemli”, “onurlu” ve en önemlisi de kesb ettiği “ilm” ile “tutku”, “hırs” ve “ego”larından arınarak, mütevazi ve öğrencilerine hayırlı olması beklenen akademisyen, ne yazık ki, titri arttıkça “ego”ları şişen birer “kibir makinesi”ne dönüşmektedir. “Nefis tezkiyesi” mi olur bir şekilde bu durumla ivedilikle hesaplaşılması elzemdir.

 

Dışa dönük “karakter” sorunu ise, ilmin ve hakikatin sesi olmaktan uzaklaşıp, kurulu düzenin zihin dünyası ve iktidarın bilim mantığını meşrulaştıran “bilgi” üretmekle ilintilidir. Üniversitelerin, iktidarların adalet ve hakkaniyetle toplumu yönetmelerini mümkün kılan sivil, evrensel ve muhalif mekanlar ve akademisyenin de hakikat peşinde koşan erdemli insanlar olmaları beklenirken, maalesef büyük çoğunluğu ile üniversitelerimizde makam, şöhret ve para gibi dünyevi çıkarlar uğruna, “omurgasız” davranmak ve “hakikati” çarpıtmak bir alışkanlık haline gelmeye başlamıştır. “İlminin” gerektirdiği “duruş”a sahip olmayanlar, “hakikati en çok çarpıtan ve kelimelerin yerleri ile oynayanların” derekesine düşecektir.

 

28 şubat sürecinde akademi çevrelerinde yürütülen cadı avı ile etkisizleştirilen muhafazakar, İslamcı ve Müslüman akademisyenler, 2007’de yaşanan YÖK’teki nöbet değişimi ile birlikte yavaş yavaş üniversitelerde yönetici konumuna yükselmiştir. Yaklaşık beş yıldır genellikle muhafazakarların yönetiminde olan üniversiteler bırakın bilginin paradigmasında bir dönüşümü öncelemeyi, Türkiye’de akademik eğitim kalitesini bir arpa boyu ileriye taşıyamamıştır. Çünkü yıllardır makam-mevki açlığı ile kavrulan insanlardan, ilim konusunda gayretli olmalarını beklemek mümkün değildir.

 

Dün ideolojik duruşu nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılan akademisyenler, bugün aynı ayrımcılığı ve adam kayırmacılığı kendileri sergiler hale gelmiştir. Başka bir deyişle, “Ezilenlerin Pedagojisi” nüksetmiştir. Rektörlük, dekanlık ve bölüm başkanlığı gibi koltukları kapmak için türlü pazarlık ve dolap çeviren, siyasal iktidara cici görünebilmek için türlü iktidar yalakalıklarına giren, hak etmediği rektör ve dekan atamalarında öne geçmek için siyasal bağlantılar peşinde koşan insanların yoğunlaştığı üniversitelerimiz, her siyasal iktidara göre renk değiştiren “bukalemun bir akademi” olma yolunda hızla ilerlemektedir. Adam alma ve jürilerde yaşanan “çamurdan olsun ama benden olsun” mantığı ile kişisel hırs ve çekişmenin yoğunlaştığı bir üniversitede, akademik özgürlükler ayaklar altına alınmış demektir.

 

Türkiye üniversitelerini devlet bütçesine mahkum eden kamu üniversiteleri sistemi, demode ve hayattan kopuk bilgilerin öğrenciye aktarıldığı, ne öğrencilerin ne de hocaların yapılan eğitime saygı duyduğu mekanik ve değersiz bir yapıya dönüşmüştür. Siyasal iktidarlar, sabit yatırımlardan cari giderlere kadar kamu fonlarından finanse edilen üniversiteleri birer devlet dairesi gibi görme eğilimindedir. Dolayısı ile YÖK aracılığı ile üniversiteler üstündeki her türlü tasarrufa kendileri karar vermek istemektedir. Üniversiteleri sadece kamu hizmeti üreten devlet dairelerine dönüştüren bugünkü yapıdan, bağımsız ve özgün düşünen bilim adamlarının çıkması beklenemez.

 

Akademisyen maaşları nedeniyle birçok öğretim üyesinin ek ders almak için birbirleri ile yarışır hale geldiği, bazı akademisyenlerin AB fonlarından finanse edilen ya da kamu kurumları ile ortaklaşa yürütülen paralı projelerin peşinde koştuğu bir karakter dünyasından “ilim”  çıkmayacaktır. Bu minvalde, KPSS ve açıköğretim kursları, yarı zamanlı dershane hocası gibi çalışan akademisyenlerden geçilmemektedir.

 

İdari ve mali bakımdan siyasal iktidara bağlı, akademisyenleri geçim derdine düşmüş üniversitelerden kimse muhalif ve özgür bir tavır beklememelidir. Piyasa ve kapitalist iş çevreleri üniversiteleri ucuz ar-ge yapılan atölyelere dönüştürmek istemektedir. Endüstri için ar-ge yapan ancak teknoloji dışında bilgiye pek de katkısı olmayan bu tip projelerle üniversitelerin gelir yaratması mümkün değildir. Bugünkü yapı ile üniversitelerin değerli birer ilim mabedi olmaktan çok, siyasal iktidarların arka bahçesi olmaktan öte işlevi olamayacaktır. Ancak her şeyden önemli olan husus, daha karakterli bir üniversite için biz akademisyenlerin karakter kazanması elzemdir. Aksi takdirde siyasal iktidarın oyuncağı olmaktan ve para için idealleri satmaktan kurtulamayız.

 

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Âdem Çaylak