ETİKOPOLİTİK
Kırılmalarla Gelen Yeni Siyasallık bir Ümit mi?
Halil İbrahim Yenigün
20 Mayıs 2016
Kırılma nerede oldu? Bir kısmımızın zihinlerini bir zamandır bu meşgul ediyor.
Ama kırılmayı anlamak neden bu kadar önemli?
“Ne yapmalı?” sorusu kadar “nerede yanlış yaptık?” sorusuyla da zaman geçirenler çoktandır bunu sorguluyor. Pelikan sonrası günlerde “büyüme,” “yükselme,” “kazanım,” “Osmanlı’nın ihyası” ve dahi diğer nice büyük-anlatının sürreel dünyasında yaşayanların en azından bir bölüğünün yavaş yavaş dünyamıza dönerek bu sorgulamalara da bir yerinden dahil olacağını tahmin edebiliyoruz.
Bizim meslekten bazılarında siyasî dönüşümleri kırılmalar üzerinden inceleme yaklaşımı vardır. Kritik dönüm noktalarını tespit eder, oradaki yarılmaları ve bunların taraflarını bulur, bu aktörlerin tarih içinde izleğini tahlil ederiz. Ama dramımız şu ki son on yılda belki de elli yıllık siyaseti yaşamış bir toplum olarak artık kırılma anlarımızın tespitinde bile zihnimizin her bir menfezine sirayet etmiş karmaşadan azade kalamıyoruz.
Belki zihnimizin daha sarih olduğu husus ise yakınlarda bir dönüşüm, “temel yönetici sınıfta bir el değiştirme” anlamında bir devrim olduğu şeklinde. Sanırım dostuyla düşmanıyla hemen herkes, belki derinlerdeki sabiteler aynı ve belki bu devir-teslim yalnız satıhta kalmışsa da böylesi bir dönüşüm olduğunda hemfikir. Daha zoru ise dönüşümün niteliğini hakkıyla kavramak olsa gerek.
Sahi kavramlarımız, kuramlarımız, analiz çerçevelerimiz bu hengâmede çoktan buharlaşıp gitmedi mi? Laik-antilaik ayrımının çoktan mezada düştüğünü ancak ondan nemalanma derdindeki siyasetçilerin mahareti gizleyebiliyor. Siyaset bilimci merkez-çevre, Türkiye’de sol-sağın tersyüzlüğü gibi ne kadar eskimiş klişe varsa medrese mollasının Batlamyus kozmolojisinden türemiş nazariyelerini talebelerine bin yıldır zerk ettiği gibi döne döne gene okutuyor. Türkiye siyasetinin o meşhur devlet eliti-siyasal elit ayrımından geriye ne kalmış, hesabını tutabilen kaldı mı? Bütün kavramlar, kuramlar ve analiz çerçeveleri manipulasyonbilim doktoralı retorik ustalarının, köşe yazarı görünümündeki reklam metni yazarlarının elinde tamtakır. Zamanın hakkını vermeyi geçtik, adını koymaktan aciz kalmışız.
Tablonun karamsarlığı ümitlerimizi kırmamalı; çünkü siyaset, “oluş” demek. Ahlâkın olması için özgürlük olması şartsa, siyasal da daimi bir oluşu imler ve ondan hep kırılgandır, kaygandır, kaçaktır, doğurgandır. Gören gözler, zalimlerin taşları bastıra bastıra yerine oturttuğunu sandığı anda patlak ve kaçak verenlerden anlar dönüşümü, tenakuzu, diyalektiği. Hiç bitmeyen ümidimiz de bundandır; çünkü özgür ruhlar gedikleri yakalamayı, yeni siyasallıkları her zaman ve şartta üretmesini bilir.
Ama son beş-altı yılımıza 2010 referandumunu, 2011 seçimlerini, Roboski’yi, Gezi’yi, 17-25 Aralık’ı, 7 Haziran’ı ve son olarak da Pelikan darbesini sığdırmayı başardıysak yeni siyasallıkları nerede yakalayacağız? Olağan şartlardaki bir ülkede her biri tektonik sarsıntıların göstergesi sayılacak bu kırılmalar, zihin bütünlüğünü ancak iflah bulmaz bir kanıksama hissiyle idame edebilmiş bizler için yeni siyasetin ve siyasallıkların emarelerini ve suretlerini de gözden kaçırtıverebiliyor.
Bir süre önce, evsahibinin koyduğu başlıkla “Davutoğlu sonrası İslâmcılık” başlıklı bir programda yer almıştım. Bu benim için “Gezi Sonrası İslâmcılık” başlıklı sunum ve yazılarımın pekâlâ devamı gibiydi ama bu başlığı daha önceki her bir kırılmaya da uyarlayabilirdik: Mavi Marmara sonrası İslâmcılık, Referandum sonrası İslâmcılık, Tezkere sonrası İslâmcılık, AKP sonrası İslâmcılık. 2000’ler boyunca muhafazakâr demokrasi, İslâmî Kalvinizm, İslâmî liberalizm ve benzeri konularla dergiler dolup taştıktan sonra daha fazla söylenecek söz kalmamış olmalı ki akademi ve düşünce dünyamız 2010’larla birlikte o kadar aranın peşinden her birimize gına getirmek üzere İslâmcılığı literatüre tekrar buyur etti.
Her şeye rağmen, asıl tektonik sarsıntıyı Gezi’yle yaşamışa benziyoruz. Ülkedeki sosyal yarıkların bütün sınıflar, ideolojiler, fikirler ve partileri karman çorman edip yalnızca bir şahsın yanında veya karşısında olmak üzerinden yeniden teşekkül ettiği bir zamanın şahidiyiz hepimiz. Ama biz yine bıkmadan usanmadan fikriyat konuşuyoruz.
Gerçeklikle illüzyonlar üzerinden ilişki kurmak olarak teşhis edeceğimiz bir maraza varan bu soyutlamalar diyarına saplanıştan, “bir şeyler”den önce veya sonra İslâmcılık konuşmanın artık baygınlık getirmediği kimse kalmadıysa da yakamızı kolay kolay sıyıramayacağa benziyoruz. Ülkede son birkaç yıldır toplanmış onlarca konferansın yanında dönüşümü hayata, emeğe, insana dokunmadan salt fikriyat düzleminde tartışan binlerce de yazı vardır. Maddi ve siyasal gerçekliği, bunlara çok daha dokunan mütevazı kavramlaştırmalarla konuşa konuşa büyük soyutlara ilerleyeceğimiz yerde, fantazi diyarımızda mutlu ve mesut dönüp dolaşıp kimbilir kaçıncı derece soyutlamalar üzerinden metafizik tadında tartışıyoruz elle tutulur dünyayı.
Zaten modernlik, postmodernlik, medeniyet gibi konularda, sonu da gelmez dişe de dokunmaz entelektüel fantazileri ısrarla sürdürebilen bir toplum değil miyiz? İdeolojiye “ideoloji eleştirisi” kavramı etrafında, materyal gerçekliğimizin sahici tecrübesinden bizi koparmasının hıncıyla cephe alan Marks’a rağmen soyutlamalar dünyasında kaybolmuş kimi Marksistler dahi bundan pek kendini kurtarabilmiş görünmüyor. Bu kadar sahici ve somut gerçekliğimiz, tecrübemiz ve bittabi siyasallığımızdan hesapsız ve uçsuz bucaksız bu soyutlanma, affedilmez bir sapma değil mi halbuki? Küçük kavramlarla, herkesin hayatına dokunan küçük gerçekliklerle küçük anlatılar kura kura gitmekten yanayım ben.
Peki Gezi o kadar heterojenliğine rağmen neden kırılmaydı? Öncesindeki nice küçük adım, her türlü kıvamlanmayla süregelerek onu hazırladıysa da Gezi her şeyin ötesinde reelpolitiğin bir kültürel alt-grubun, -kesim veya ideolojik grup demiyorum-, hâkim davranış kodu olarak tescillendiği an olarak tezahür etti. Bu, reelpolitik ile etikopolitik yolları arasındaki ayrılış noktasında kitlelerin fevc fevc ve canla başla reelpolitikten yana kesin bir tercihte bulunmuş olduklarını cümle âleme ilân ettikleri an idi.
Epeyce başa alacak olursak, bilenlerin malûmudur, Afganî’nin Urvet’ul Vuska’sı, yani İslâmcı dergiciliğin icadından beri İslâmcı dergilerde usûlî-felsefî tartışmalar ile siyasal-stratejik analiz kısımları yan yana bulunur. Müslümanların kaynaklarıyla ilişkisini gözden geçirerek bunları yeniden yorumlama arayışı ile çağdaş dünya siyasetini anlama ve ona tavır alma maksatlarını birbirinden ayrılmaz telâkki etmelerinden ileri gelir bu. Ayrıca bunun neşriyat çalışması üzerinden bir Müslüman dayanışması ve asabiyesi inşa etmeye matuf olduğu da bilinir. Tarih içinde de zaten çoğunlukla böyle bir vazife görmüştür.
Defansif ve mâdun konumda geliştirilen bu dayanışmacı siyasetteki içkin bölüntüleri ve ayrımları kavramaya yahut kavramlaştırmaya ihtiyaç görünmediği içindir ki aslında tamamen farklı, hatta zıt siyaset tasavvurlarına sahip olanlar iki asırdır bu misyonla yan yana görünebilmiş, iç içe kalabilmiştir. İşte yaşadığımız son süreçler, bütün şer veçhelerine rağmen İslâmcılığın, hatta din olarak İslâm’ın Müslüman dayanışmasından ibaretleştirilmesi ve ona ircası suretindeki koca illüzyonu bozma imkânını sağlamış olmakla hayırlara gebe olabilir.
Biliyorum, ne gibi bir şerri kastettiğim birçoğuna anlaşılmaz gelecektir. Değil mi ki benim şer diye nitelediğim nice vakıalar onlar için nihayet muktedirliğin doya doya yaşandığı, küresel oyunlar bozmaya ve daha büyük oyunlar kurmaya yeni başlandığı zamanlardır. Evet, kimileri için başka hayırları mümkün kılsa da çokça gecikmiş bir iflâs ilânı, kimileri için bir tahkimin müjdecisi olabiliyor.
Ama sahiden son dönemin en büyük hayrı büyük bir kamburdan kurtarması değil midir bizi? Bazı zamanlar gelir, ağır bir yükle ezildiklerini hissettiğim gayretli öğrencilerimi hafifletmek isterim. Derim ki, “Bırakın üzerinizden; medeniyet kurma veya ihya misyonunun altında ezilmeyin; atın sırtınızdan bu kurguyu, dünyanızı hafifletin.” Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak, kısaca ve basitçe “doğru olmak” gibi bütün bir hikmet-felsefe geleneğinin de çok daha basit ama nefislere o denli ağır gelen hedefi varken, şablonlara, kurgusallıklara boğuyoruz dünyamızı ve eziyoruz kendimizi ve nesillerimizi.
Doğru olmak emredilmişken, medeniyet ihyası gibi kendi ellerimizle yaptığımız puta taparcasına kafamızla kurduğumuz kurguya esir düşeli iki yüzyıla yakın olduysa, devlet kurmaya kilitlenmek de neredeyse yüz yılımızı heba etmiştir. Sahi nedir devlet ele geçirmekle bu kadar obsesif kılan bu kitleleri?
Evet, tecrübe edilen veya dayatılan sekülerlik, siyaset alanını “devlet alanı” biçiminde tahakkümü altına aldığı için bütün kurumlarıyla devletleşmenin ve devlete İslâm damgası vurma hedefinin bir projeden öte takıntıya dönüşmesi anlaşılabilir. Hâliyle siyaset alanını devlet alanıyla, onu da kamu alanıyla aynileştirenlere karşı Müslüman olarak siyasallaşmak isteyenler de devleti ele geçirmekten başka kendilerine bir yol görmemiş olabilirler. Ama bu kimilerinin güç istençlerini, tahakküm libidolarını maharetle örten bir yüceleştirmeye ve süblimasyona da fırsat vermemiş midir?
Her ne ise, nihayet arzu edenlerin muratlarına erdiğini, “güç bende artık”ı doya doya haykırabildiğini görebiliyoruz. Ama bu hazin duruma bir taraftan içimiz acımıyor mu? Psikolojik bütünlüğün ancak “inkâr” denen savunma mekanizmasıyla ayakta durabilmesi; değer diye öğretilen ne varsa hepsinin çok çok satıhta ve görünüşte muhafazası için bütün bir gerçeklikten, onunla yüzleşmekten kaçmak zorunda olmak... Zihinlerde sürreel bir dünyanın yaratılmasına adeta gönüllü olmak ve müsekkin alır gibi “komplo”, “algı operasyonu,” “darbe girişimi” ve daha nice sükseli tabir bozuntusuyla bezeli bir fantazi ünitesini ancak günde birkaç doz alarak hayat sürdürebilmek... İstediği mutluluk ve özgürlük ânı gelmedikçe hırstan çıldıran, öfkeden kuduran, suçu yıkmak için etrafına bakıp da “ah birkaç yüz kelle daha alsak özgürlük ve mutluluğumuz sağlanacak, her şey güzel olacak” diyen Fransız Devrimi hatibi Jean-Paul Marat gibi bütün müflisliğini kendi sürrealitesine katılmayanların şerirliğine yansıtmaya çalışmak... Düpedüz kirli bir iktidar savaşının ve ganimet yağmasının seferberliğinde tükenmemiş neredeyse hiçbir kavramı, retoriğe kurban edilmemiş neredeyse hiçbir fikri, vesayetle veya anomiyle tahrip olunmamış neredeyse hiçbir kurumu kalmamış olmak...
Siyaseti devletleşmekle ve iktidar istençleriyle aynileştirmiş bir insan grubu kendi özgün tecrübesi sansa da tarihte sık sık tekrarlanan acıklı iflâs hikâyelerinden bir hikâyedir bu. Ve yine zamanın ve mülkün insanlar aralarında döndürülüp durduğunun unutulduğu gaflet hallerinden bir hâl ve bu manzara karşısında sevinecek değiliz. Ama esas çağrımız böyle zamanlarda üzerlerine “şahitlerden olmak” düştüğü hâlde “siyasal”ın ellerinden kaçmış olduğu hissiyle tıpkı İskender sonrası imparatorluk siyasalıyla feleği şaşan ve Siniklik ve Epikürcülük gibi yollara kayan Yunanlılara benzeyenlere, yabancılaştıkça ümitsizliğe kapılanlara ve iç dünyalarına kapananlara.
Peki ne yapmalı? “Ne yapmalı?” sorusunu daha önce soranlardan öğrenmişizdir en çok ne yapılmaması gerektiğini. Politikten reelpolitiği anlayanlar sadece reele yer açtıklarını sandıkları dünyalarında sürreeli yaşayadursunlar, biz ideallerden konuşmaya başlayabilir miyiz? Bir yerlerde ümidin ışığı ve kırıntısını arıyorsak, ideallerin yoğurduğu siyasallık biçimlerine kafa yormamız ve bunları hayata geçirmemizin imkânlarını da düşünmeli değil miyiz? Ben ne olursa olsun bunları düşünmek istemeye ve kısaca bu tefekküre davete devam edeceğim.