Web Tasarım Ankara

ETİKOPOLİTİK

 

Siyasette Ahlâktan Konuşmak

Halil İbrahim Yenigün

halil@yenigun.net

27.05.2016

“ABD’de muhafazakârlarla liberalleri ne ayırır?” diye soracak olursanız aklıma gelen farklardan biri de şu olurdu: muhafazakârlar, siyasetlerinin temel malzemelerinden biri olan “aile değerleri”ni gizli kapaklı çiğnerlerken liberaller ne siyasetin konusu yaparlar ne de hayatlarını o denli örtbas ederler. Çok çok muhafazakârları ahlâkçılık yapmakla tenkit ederler.

Siyasete “genel ahlâk” kavramı üzerinden taşıyanlar usandırmıştır çoğumuzu ahlâk bahsinden. Çünkü bu genel ahlâk dünyası riyakârlıklarla doludur. Sanki bütün bir âlemin reason d’état’sı kurumlardır ve görünüşte bütün insanlığın hayrına olan bu kurumlara her bir insanın kanlı canlı naçiz varlığı armağan edilmiştir. Kadının şiddet gördüğü, evlilik içi tecavüze uğradığı; çocuğun fizikî veya cinsel istismara uğradığı aileler doludur ortalık, ama elverir ki aile korunsun; bütün bu “münferit hadise”ler gözlerden ırak tutulsun ve toplumun huzuru kaçmasın. Böyle ufak tefek sorunlar olsa da aslolan toplumun ve devletin direği bu güzide kurumların maslahatı ve ayakta kalmasıdır. Vakıflar, dernekler, partiler, devlet kurumları ve nihayet toplumlarla devletlerin ta kendisi ne denli uyumsuz ve geçimsiz marjinaller tarafından yıpratılmaya çalışılırsa çalışılsın sonuçta büyük hayırlar için tesis edilmiş yapılardır. Ama dikkatle bakınca görünen yakıcı gerçek şu ki bütün bu “istisnaî” vak’aların münferitleştirilmesi bu kurumların bizzat modus operandi’sidir.

Ahlâkı dilinden düşürmeyen kimilerinin muhafazakârlığının kisvesinden ibaret böylesi bir ahlâk, bir ezme ve bastırma aracı olarak çöker insanın özgürlüğüne, canına, varlığına. Ama bu usanç hâli ahlâktan topyekün vaz mı geçirmeli bizi? Neden ahlâktan bunu anlamak zorundaymışçasına ondan her bahis açanı hemen “ahlâkçı” diye dışlamaya meylederiz?

Aslında bütün bunların en temelinde bir tercüme sorunu yatıyor olamaz mı? Hayır, kastım diller arası değil, diliçi bir tercüme faciası. Ahlâkını bu denli üstün görüp kalkınma sorununa odaklanmış kitlelere karşı aklıma sözgelimi Fazlur Rahman’ın Müslüman toplumların en büyük sorununu “ahlâkî açık”olarak görmesi geliyor. Yani “azgelişmişlik sorunu” diye kitlelerimiz ve bütün insan kaynağımız iktisadî kalkınma için seferber edilirken aslında en büyük sorunumuz olan “ahlâkî azgelişmişlik” hiçe sayılmıştır ona göre. Kaç nesildir “Batı’nın tekniğini al, ahlâkını alma” gibi safsata mahiyetindeki klişeler tedavülde tutulur durur, ki özcü zihin dünyalarının içbütünlüğü ve ezilmişlik karşısında özgüveni korunsun, Müslüman kimliği “ahlâksız Batı”nın ötekiliğinde kurulsun. İnsanlar da hâlâ modernleşme tartışmalarında İslâmcılar’ın böyle formüllerle ahlâkımızı Batı’nın taarruzundan korumaya çalıştığı minvalindeki galat-ı meşhurlarla yaşar giderler. Babanzade’nin Kant’ın ahlâk sistemini benimseyerek İslâm’a en uygun sistem telâkki ettiği yargısı da kimsenin ne aklına gelir ne zihin konforunu bozar.

Çünkü ahlâk ile etik bambaşka kelimelerdir coğrafyamızda. Ahlâksızlık denilince nice ahlâkdışı sosyal davranış değil de zihinler hemen namus saydıklarıyla ilgili tutumlara gider. Siyasî beyanlarda halka yalan söylemeye, muarızlara iftiraya; seçimlerde hileye, akademide intihale ticarette aldatmaya, üretimde emek sömürüsüne; devlette zorbalığa, yolsuzluğa, ayrımcılığa, iltimasa ve nice ahlâkî afet ile zulme boğazlarına kadar batmış kişiler hiç üzerlerine alınmaz bile. Sorunun kaynağı bu ahlâk tasavvurundaki çarpıklıkta aranmadıkça ahlâkî azgelişmişliğimizi gidermek de siyaseti ahlâkla yoğurmak da beyhude çabalar değil midir halbuki?

Geçenlerde Tunus’un Nahda Partisi uzun istişareler serisinin sonunda çok önemli kararlar verdi ve parti yetkilileri tıpkı 2000’lerin başında Türkiye’deki kimi siyasetçilerin beyan ettiği gibi artık İslâmcı olmadıklarını, “siyasal İslâm”dan “demokratik İslâm”a geçtiklerini, Müslüman demokrat olduklarını dosta düşmana ilân ettiler. İdeoloji ve siyasal kimlikteki bu makas değiştirme duyurusu elbette herkesin dikkatini çekti ama gözlerden kaçan şu ayrıntı vardı: Nahda artık üyelik şartları arasında geçen “ahlâk” şartını da kaldırmıştı. İşte tasavvur çarpıklığı dediğim şeyin izini belki buralarda sürebiliriz.

Öyle demek oluyor ki bu zihinler için İslâmcılıktan uzaklaşma ahlâk şartının da kalkması anlamı taşıyor. Evet, bu kişilerin Türkiye’deki muadillerinin bilhassa son beş yıldaki dönüşümünü anlamlandırmamızda bu değişikliğin çok manidar ve ibretamiz bir tarafı var görünüyor. Onlar İslâmcıyken de, İslâmcılıktan vazgeçtiklerinde de, muhafazakâr ve dindar geçmişlerinin tam merkezindeki, ahlâkı idrak ve kurgulanma biçimlerinin tam kalbindeki bir marazı ifşa etmiş olmuyorlar mı bunu demiş olmakla?

Çünkü öyle görünüyor ki ahlâk bu zihinler için özel hayatlardaki ve şahsî tercihlerdeki münhasır bir erdem tasavvuruna ve bilhassa özel bir namus anlayışına hapsolunmuştur. Haberi yorumlayanların dediği gibi, bu şartın kalkması üye olmak isteyenlerden “partinin daha önceki muhafazakâr hayat tarzı beklentilerine uyma baskısını azaltabilir.” Böylece sözgelimi oy kaydırmakla belediye başkanı seçilenler, her türlü rekabet kuralı manipüle edilerek ihalelere boğulanlar, yahut sahici bir rekabetle ve liyakatle değil de tamamen düzmece heyet ve süreçlerle ehliyet gerektiren ve beyt’ul malle finanse edilen makamları işgal etmekte olan kişiler, veya sızdırılmış sorularla, kısaca “soru hırsızlığı” ile imtihanla elenen mevkilere hak kazanmışlar; evet, bu insanlardan herhangi biri farklı hayat tarzına sahip insanların herhangi birinden ar duygusuyla da olsa ahlâki yargılamalarını esirgemeyi hiç akıl edemiyorsa, sorun nerededir peki? Açıktan yalan söyleyen siyasetçilerin ahlâkî bütünlüklerini koruduklarını muarızlara karşı fanatiklerin retorikle savunmasını bırakın, kendileri de samimiyetle düşünüyorlarsa tasavvurların kendisini deşmeden ne gibi bir ahlâkî ıslahtan bahsedilebilir bu toplumlarda?

Etik kelimesinin ayrı bir kelime hâlinde lügatimize girip iş etiği, tıp etiği, akademik etik gibi tamlamalarla kendine yer bulmuş olması yeterince açıklayıcı değil midir cevap olarak? Ahlâk, ticareti, siyaseti, eğitimi ve hayatın ta kendisini öylesine terk edip gitmiş olmalıdır ki çağdaş kurumların ahlâkî normları ithal edilirken dilimiz bu ilkeleri ifade edemez olmuştur. Belki de ahlâk namusça öylesine soğrulmuş, temellük ve kolonize olunmuştur ki ahlâkın konusu olan durumlar için yeniden etik kelimesini ithal edip hayatın bu temel alanlarındaki normatif tartışmaları bu kelimeyle yürütmek zorunda kalmışızdır. Eğer işyerlerindeki düpedüz cinsel tacizi “mobbing”le ifadelendirmek zorunda kalıyorsak ve suçun ahlâkî yargılamasına giriştiğimiz zaman dahi suçtaki “iktidar” değil de “cinsellik” yönüne odaklanıyorsak zaten dilimizi kaybetmiş değil miyiz?

Bundan dolayı da dindarlığıyla maruf o siyasî yapılar ahlâktan bahsettiğinde de onu yanlış anlamıştı ve yanlış bir hâl üzereydi; ahlâktan vazgeçtiğinde de yanlış anlıyor ve yanlış bir hâl üzeredir. Böyle bir ahlâk açığı yüzündendir ki akide ve teolojisi ile siyaseti arasında ahlâkî bir geçişkenlik alanı bulunmayan şahıs veya kurumlar çok tehlikeli bir “siyasal”a saplanmış durumdadır. “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere” gönderilmiş bir akide bütünü eğer mensuplarını kendileri haricindekilerin de takdir edebileceği bir biçimde emin ve iyi insanlar olmaya değil de kendi üzerinden üstünlük taslayarak iktidar ve tahakküme yöneltiyorsa, zihinlerdeki ahlâk formülü zaten baştan yanlış kurulmuştur. Eğer mücadele ahlâkı, mücahede ahlâkı, eylem ahlâkı, siyaset ahlâkı gibi terimler havada kalıyorsa ve zihinlerde karşılıklarını bulmuyorsa, o zihinlerin ahlâkî bölümleri tam bir atrofi halindedir ve biz buna da nihilizm diyoruz ve demeliyiz.

Nihilizmi ahlâk dahil her bir zihnî düzlemin temellendirilemezliğine karar vermiş kimi aciz ve zayıf postmodernlerin yaşadığı bir kriz sanmamız da yanlışlarımızdan bir yanlıştır. Akidevî ve felsefî mutlakçılıklarıyla öne çıkan ticarî veya siyasî kodamanlar inançlarıyla siyasetleri arasında ahlâkâ hiçbir yer bırakmayan duvarlar ördüklerinde o değersizleşmiş ticaret ve siyasetleriyle düpedüz nihilist değiller midir -ki onlar için “bu işler ancak böyle yürür”? Ve aslında Machiavelli hepimize çok daha aşina, hepimizin çok daha arasında ve içindedir. Çünkü yanlış vulgarizasyonlarla düşünceleri müphem ve muğlaklaşsa da aslında tıpkı bu kodamanlar gibi en çok işlerin nasıl olması gerektiği ile nasıl olduğu arasındaki farkın derdindedir ve tıpkı onlar gibi Machiavelli de “işleri bozmadıkça” ahlâkî değerleri gayet kullanışlı ve faydalı bulur.

Siyasette ahlâkçılığa hücum edenlerin bir kısmı, başta değindiğimiz üzere, otoriter güdülerini ahlâk üzerinden süblime eden ve toplumu genel ahlâkla ezen zorbalara bayrak açanlarsa da bu yola girenlerin daha önemli bir kısmı güçlülerin nihilizmini benimseyerek hâlâ ahlâk derdinde olan az sayıdaki kişiye o mütehakkim konumlarından “ahlâkçı” yaftası vuranlardan oluşuyor. Ahlâkı “zayıf ruhların çemkirmesi” olarak tanımlayan Kallikles’in bu fikrî varisleri Hobbes’la da sözcülerini bulmuş gibidir. Bu tasavvurda ahlâktan konuşmanın hükmü siyasette geçmez; nasıl ki herkesin maddî tercübesi ve bundan doğan dünya algısı farklıysa, dolayısıyla herkesin farklı bir ahlâkı olacaksa, bu ahlâkların izafiyeti ve bağdaşmazlığı da öylesine kaçınılmazdır. Siyaset nihaî karar ve kesin tercih demektir ve bu kavram ve değer karmaşasını ancak güçlü bir otorite çözecektir. İktidar ile ahlâk arasındaki gerilimi iyi yakalamış bu düşüncedekiler de iktidardan yana kesin bir tercihte bulunmuştur.

Peki siyasallığımızı ahlâkî varlığımızla kurmak istiyorsak bu hengâmenin ortasında nereden başlayacağız? Öyle görünüyor ki “kurum müdafaası”ndan ibaret muhafazakârlığı ahlâkla aynileştirenler, zayıf nihilistler ve mütehakkim nihilistler el ele vermiş ahlâkı bütün hayatımızdan ve siyasetten çıkarmışlar. Zaten muhafazakârların mütehakkim ahlâkçılıkları eliyle ahlâkî eleştirinin alanını da kolonize etmeleri, ahlâkî söylemin civarına da kimseyi yaklaştırmamaları aslında kendilerini ahlâkî eleştiriden masun kılan bir mekanizma olarak da işlemekte değil midir? Ve tenakuzun kaynağı burası ise eleştirinin de merkezi burası olmalı değil midir?

O hâlde siyaseti ahlâkın rengiyle boyamak için itikadı ve ontolojisi ne olursa olsun kişilerin en güzel kendi dünyalarında kurup yaşayabilecekleri erdem tasavvurlarını onların özgür tercihlerine bırakmalı. Sonra hep birlikte paylaştığımız alanlarda iyiden, özgürlükten, adaletten konuşmak isteyen insanların bu ahlâk alanını bahsettiğimiz tahakküm, temellük ve kolonizasyonlardan kurtarma mücadelesi vermeli. Mücadele ve mücahede ahlâkıyla ahlâklanma çabamız da bu yönde olmalıdır; ta ki “etikopolitik”i mütehakkim nihilistlerin büyük iktidar hesaplarının parçası olmadan küçük hayatlarımızda inşa edebilme ümidimiz kalsın.

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...