Web Tasarım Ankara

İSLAM DÜNYASINDA PARÇALANMA VE FARKINDALIK SORUNU

Ramazan GÖZEN

rgozen@hotmail.com

12.04.2016

 

Ortadoğu ve İslam dünyası, belki de tarihinin en acı ve aciz dönemi ile karşı karşıya bulunuyor. Yeni değil; genel anlamda yüzyılı aşkın bir süredir, ama daha dar ve somut anlamda en azından kırk yıldır devam eden bir süreç. Zira, eğer bugünkü tablo 1970’lerde Lübnan’da, 1980’lerde İran-Irak arasında meydana gelen savaşların uzantısı gibi görülürse de, aslında bölge zaten 40 yıldır savaştadır. 17. Yüzyılda Avrupa’da yaşanan ve Avrupa ve dünya tarihine 30 veya 100 yıl savaşları olarak da geçen kaotik dönem şimdi İslam coğrafyalarında yaşanmaktadır.

İslam coğrafyaları bugünkü kadar kaos, kan ve anarşiye ancak Haçlı Seferleri, Moğollar ve Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında şahit olmuştur. Bu dönemde, 20.yüzyılın başında oluşturulmuş olan jeopolitik haritanın yeniden harmanlanıp karıştığı bir durumla karşı karşıyayız. Özellikle iç savaş girdabındaki Suriye, Irak, Libya, Yemen gibi ülkelerde ciddi parçalanma süreci devam etmekte, diğer bölge ülkeleri ise böylesi bir potansiyelle karşı karşıya bulunmaktadır. Suriye iç savaşı, ülkeyi savaşan gruplar ve devletin kontrol ettiği bölgeler arasında fiilen bölmüş olup, şimdi Cenevre Anlaşması ile bu fiili bölünmenin yeni bir Suriye yapılanması şekline dönüşmesi yüksek bir ihtimaldir. Diğer yandan, Irak tam 25 yıldır kuzey, orta ve güney şeklinde fiilen üçe bölünmüş durumdadır. Böylece 20 yüzyılın başında kurulmuş olan Suriye ve Irak, 21.yüzyılın başında buharlaşmaya doğru gidiyor. Bölgenin başka ülkelerinde durum bundan daha iç açıcı değildir. Libya’da Kaddafi’nin öldürülmesi sonrasında rejim ile muhalefet arasındaki ayrışma ve çatışma hala devam etmektedir, iç savaşın sınırları genişlemiş ve derinleşmiştir. Yemen’de merkezi yönetimin ve Hutsilerin kontrol ettiği bölgeler birbirinden ayrışmış haldedir. Suudi Arabistan müdahalesi bu ülkedeki kaosu bitirmemiş, tam aksine daha da keskinleştirmiştir. Yıllardır İsrail’in işgali altında kanayan bir yara olmaya devam eden Filistin’in makus talihinde ise hiçbir değişiklik yoktur. Sadece jeopolitik olarak değil, ama daha önemlisi siyasal olarak ortadan ikiye ayrılmış bir ülkedir. Türkiye’nin geldiği nokta ise ortadadır: Suriye’de rejim devirmeye girişmiş olan Türkiye, bunu başarmadığı gibi şimdi kendi içinde yükselen bir PKK terörü ve karşı savaş tuzağına düşmüş durumdadır. Kabaca özetlediğimiz bu Ortadoğu kaos ve kriz tablosu bölgenin mevcut şartlarını net bir şekilde göstermekte ve buna bir çözüm bulunamaması halinde tüm bölgenin yeni atomize devletçiklere bölünme ihtimali bulunmaktadır. 20.Yüzyıla kadar Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukları içinde bütünleşmiş olan coğrafya, 20.yüzyıl başında egemen ulus-devletlere ayrılmışken, 21.yüzyıl başında şehir devletleri gibi mini ülkeciklere bölünebilir. Bu sonuç ise bölgede yeni sınırların ve güç dengesi savaşlarının doğması anlamına geliyor. Dahası, bu tablonun hem Moğolların hem de İngiliz-Fransız işgal döneminden kesinlikle çok daha acı ve makus bir durum olduğunun farkında olunmamasıdır.

Başka Müslüman ülkelerde de görülebilecek bu tabloyu nasıl yorumlamalı ve ne ders çıkarmalı? Bu sorulara biri kötümser diğeri iyimser iki cevap üretilebilir: Kötümser cevap; bu parçalanmışlık sorunlarına çözüm yönünde ciddi bir çabanın olmaması, bilakis parçalanmışlığın derinleşmesidir. Maalesef.İslam ülkelerinin bu felaket girdabından kurtulması için bugün herhangi bir ümit mevcut değildir. Ne mevcut liderlerden ne de akademik uzmanlardan, entelektüellerden veya başka birilerinden sorunların çözümü yönünde yeni fikirler ileri sürülmektedir. Bir zamanlar İslam dünyasının bazı ülkelerinde bazılarınca ileri sürülen İslam ülkeleri arası veya bölgesel ekonomik ve siyasi işbirliği ve bütünleşme görüşleri, bugün unutulup gitmiştir. Daha kötüsü, bu projelerin ve ümitlerin sahipleri tükenmişlik psikolojisi içindedir. Örneğin, İslam ülkelerinin sorunlarını çözmek için kurulmuş olan İslam İşbirliği (Konferansı) Teşkilatı nerededir? Milyarlarca dolar harcanarak ve yıllarca çalışmalarla üretilen bu uluslararası örgütün kendi üyelerinin sorunlarına dönük bir çözüm önerisi var mıdır? Ya sözde İslamcılar ve İslamcı entelektüel ve kadrolar bu sorunlara ne demekte, ne gibi çözümler üretmekte?

      Maalesef yoktur. Müslüman toplumlar ve entelektüeller, İslam tarihinin en kötü zamanında üzerine “ölü toprağı serpilmiş gibi”dir. Dolayısıyla, asıl sorun parçalanmışlık ve fikirse/düşünsel atalettin ötesinde bu parçalanmışlık ve ataletin farkında olmamaktır. Farkında olmamak ve atalet, sorunun kendinden daha büyük bir problemdir. Bir kazada vücudunun bir uzvu yaralanmış kazazedenin, kazanın sıcaklığı ve telaşı içinde kan kaybının farkında olmaması gibidir.

      İslam toplumları birbirine öyle ilgisiz ki, ortak çıkar ve varlık bilinçleri de ciddi şekilde azalmıştır. Bu konuda en çarpıcı örnek, Suriye’de yaşanmakta olan belki de son dönem dünya tarihini en acı dramının, ancak mülteci sorunu nedeniyle ve çerçevesinde gündeme gelmesidir. Suriye’de mağdur olan 10 milyondan fazla insan, 500 bine yaklaşan ölüm ve milyonlarca yaralı, evsiz, yurtsuz kalmış insanlar; harabeye dönmüş şehirler ve mekanlar. Bu tablo   mülteciler sorunu kadar fark edilmediği gibi, yeterli ilgi ve farkındalık da yoktur. Bu Suriye felaket tablosu, yaklaşık 1.5 milyarlık Müslümanın yüzde kaçının dikkatini çekmektedir? Hatta Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapmakta olan komşu Türkiye ve Ürdün gibi ülkeler içindeki ve dışındaki Müslümanların yüzde kaçı, bu dramı hissetmektedir?

      Elbette ki çok az kişi. Oranını bilmemekle birlikte, az da olsa bu duyarlılık sahibi insanlar bizi ümitli olmaya sevk etmektedir. Oranı düşük de olsa, yukarıda belirttiğim tablonun farkında olan, sadece bir bilgi olarak değil ama daha önemlisi farkındalık ve sorumluluk sahibi olan dindar veya değil bir insan kitlesi de mevcuttur. Hangi kökten, düşünceden veya kimlikten olursa gelsin, sesleri ve sözleri o kadar güçlü çıkmasa da durumun vahameti karşısında yürekleri kanayan ve bu ateşe bir kova da olsa su dökmek için çabalayanlar mevcuttur. Yani durum o kadar da kötü değildir. En azından mevcut duruma olumlu yaklaşmayı gerektirecek nitelikli bir potansiyel vardır. Hatta her ne kadar henüz görünür olmasa da İslam ülkelerindeki sorunlara çözüm yönünde görüş, yöntem ve projeler konuşulmaktadır.

      İşin aslı; tüm sorunlarına ve içine kapanmış olmasına rağmen Müslüman ülkeler yeni bir çağ için doğum sancısı yaşamaktadır. Nasıl ki Avrupa, iki büyük dünya savaşı ve çöküşten sonra Avrupa Birliği projesi ile savaşları durdurmayı başarmışsa, Müslüman ülkeler de benzeri veya farklı bir çıkış yolu bulacaktır. Zira İslam dünyası, belki de birçok Batılı ülkeden daha dinamik, genç ve istekli insanlara sahiptir.

      İslam ülkelerindeki halkların, entelektüellerin, medyanın ve diğer kamuoyu aktörlerinin, yeni çözüm girişimler üretmesi kaçınılmazdır. Zira hiçbir organizmanın ilelebet acı çekmeye tahammülü olmadığı gibi, Müslümanların da içinde bulundukları acılara uzun süre kayıtsız kalması mümkün değildir. Toplum sosyolojisi ve insan psikolojisi, bu konuda yeni teoriler ve yaklaşımlar üretmeye açıktır. Belki henüz olgunlaşmadığı için görünür olmasa da, mevcut acıyı hisseden pek çok entelektüel ve sivil toplum örgütleri, öncelikle mültecilerin acılarını sarmaya çalışmakta, aynı zamanda geleceğe dönük çareler aramaktadırlar. Belki bu noktada yapılması gereken ilk şey, bu girişimlerin ve çarelerin daha görünür kılınması için örgütlenmesi, dayanışması ve “Adalete Davet” etmeye devam etmesidir.

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Ramazan Gözen