Web Tasarım Ankara

Suudî Arabistan ve Körfez Ülkeleri: İslâm’ın Paradoksal Diyarı

Emine Sonnur Özcan

erguvanagaci@gmail.com

16.05.2016

 

Hem Kızıldeniz’e hem de Basra Körfezi’ne kıyısı olan Suudî Arabistan, Arap Yarımadası’nın merkezinde yer alan en büyük devlettir. Suudî Arabistan, dünya petrol rezervlerinin %16’sına sahip olmasının yanında Basra Körfezi’ndeki petrol sahalarına komşu coğrafyası ve Müslüman dünyanın kutsal mekânları nedeniyle önemli bir jeopolitik konuma sahiptir. Suudî Arabistan’da petrol 1938’de bulunmuş, 1976 yılında millîleştirilmiştir.

Kâbe ve iki kutsal şehir (harameyn) Mekke ile Medîne İslâm’ın kalbi durumundadır. Bu bağlamda Hacca ev sahipliği yapmak çok büyük bir gurur ve meşruiyet kaynağıdır. Bu yüzden Suudî Kralı’nın resmî unvanlarından biri Kutsal Toprakların Koruyucusu’dur.

Osmanlı ve sonrasında bölge:

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti Hicaz Bölgesi’nin kıyı bölgeleriyle aynı bölgede bulunan Mekke ve Medine ile sınırlıydı. Bunun sebepleri, uzaklık, verimsiz topraklar ve saldırgan göçebe kabilelerdi. Bu kabileler Irak ve Suriye’deki yerleşik halkın tarım alanlarına sık sık akınlar düzenlerdi. Osmanlı Devleti bu akınları engellemeye çalışırdı.

Aynı zamanda Halife de olan Osmanlı padişahları Hac görevini gerçekleştirenlere hizmet etmek üzere iki kutsal şehirdeki güvenliği sağlamayı öncelikli görevlerinden sayarlardı. Hac yollarının ve Haccın güvenliği çok önemliydi. Bilâd-ı Şâm Beylerbeyi/vâlisi bu işle görevliydi. 

Milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle bölgede, 19. Yüzyıl sonu 20. Yüzyıl başı itibarıyla önemli değişiklikler başladı. Örneğin yerel lider Mekke Şerifi Osmanlı’ya bağlı ve özerk bir yönetim sahibiydi. Bu dönemde Arapların lideri olmaya aday hale geldi. Arap isyanları karşısında Osmanlı bölgeye hâkim olmak için İstanbul-Bağdat ve Hicaz demiryollarının inşasına başlandı.

Basra Körfezi’nde, 1820-1899 arasında Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan şeyhliklerle imzaladığı ikili anlaşmalar ve 1839’da ise Aden’i işgal eden İngiltere, 1.Dünya Savaşı’nda Şerif Hüseyin ve İbn-i Suud ile ittifak ilişkilerine girmişti.

İngilizler, 18. Yüzyıl sonlarından itibaren Arap Yarımadası’nın kıyılarına hâkim olmaya başlamışsa da 19. Yüzyılda İngilizlerin varlığı kıyılarla sınırlıydı. Süveyş Kanalı aracılığıyla Hindistan-İngiltere arasında uzanan güzergâhta,  Aden’de bir İngiliz üssü kurulmuştu. İngilizler bu dönemde Osmanlı’ya karşı Arap isyanlarını kışkırtmanın çıkarlarına hizmet edeceğini gördüğü için Araplara yardım etti ve 1. Dünya Savaşı sonrasında (1916 Scyes-Picot gizli anlaşması yönünde) Körfez’de dolaylı mandalarını oluşturdu. Ancak bu mandalar Irak ve Suriye’deki gibi doğrudan manda idaresi değil, koruyuculuk statüsündeydi.

Savaş sonrasında İngilizlerin bölgedeki en önemli müttefiki Şerif Hüseyin’e beklediğinden çok az olmak üzere Hicaz emirliği verilmişti. Ancak Osmanlı yerine İngiliz hakimiyetini getirdiği için ona karşı çeşitli muhalif hareketler baş göstermişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924’te halifeliği kaldırmasının ardından kendisini halife olarak ilan etti ancak İslâm dünyasında kabul görmedi çünkü İngilizlerle işbirliği ve Arap vilayetlerinin Fransızlarca işgaline göz yumması nedeniyle hain olarak görülüyordu. Bu gelişmeler karşısında bölgedeki etkinliğinin tehlikeye gireceğinden korkan İngiltere Hüseyin’i sürgüne gönderecekti.

Bir aşiret lideri olan Abdülaziz İbn Suud’un 1902’de Riyad’ı Reşidî aşiretinden geri almasıyla başlayarak 1. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Necd vilayetindeki aşîretleri hakimiyeti altında birleştirmesiyle devam eden süreç, yeni Hicaz emirliğini ortaya çıkarmaktaydı. İslâm’ın Vahhabî  yorumunu canlandırması ve savaşçılığıyla taraftar kazanan İbn Suud 1924’te Hicaz’a girdi ve Mekke ve Medine’yi ele geçirerek Şerif Hüseyin’in sürgüne gönderilmesine sebep oldu.

Vahhabîlik ile Suud ailesinin ilişkisi:

Vahhabîlik, Harranlı İbn Teymiye’nin (1268-1323) görüşlerinden etkilenmiş olan Hanbeli mezhebine bağlı Muhammed bin Abdilvehhab tarafından 1770’lerin sonuna doğru ortaya koyulan köktenci bir İslâmî tarîkattir. Muhammed bin Abdilvehhab’a göre Müslümanlar asırlardır Kur’an ve Sünnet’ten uzak bir tür sapkınlık içindeydi. Bu sebeple İslâm eski şekline döndürülmeliydi. Daha sonraları Vahhabîlik olarak anılacak fikirlerini Arap Yarımadası’nda yaymaya çalıştı ve Suudî aşiretinin lideri Muhammed ibn Suud’dan karşılık gördü. İki taraf arasında bir ittifak gerçekleşti ve Vahhabî yorum gereği bu yeni düşünce diğer Müslüman aşiretlere savaşla kabul ettirilme yoluna gidildi. Böylece Suud ailesi hızla etki alanını genişletti ve Osmanlı Devleti’nin dış güçlerle meşguliyetinden yararlanarak 19. Yüzyıl başında Hicaz bölgesindeki kutsal Mekke ve Medine şehirlerini işgal ettiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, bölge yakınlarındaki kuvvetleriyle üzerlerine yürüdü ve uzun süren bir mücadelenin ardından 1818’de Mısır valisi İbrahim Paşa vasıtasıyla tekrar hâkimiyetini kurdu. Abdullah İbn Suud İstanbul’da idam edildi. Böylece Suudî-Vahhabî ittifakı geçici bir süreliğine ortadan kaldırılmış oldu.

1840’lardan itibaren Suud ailesi tekrar harekete geçti ve Faysal bin Türkî liderliğinde Vahhabîliği yayma çalışmalarına başladı ve tekrar geniş bir etki alanı elde ederek Basra Körfezi’ne kadar uzandı. Faysal’ın ardından oğulları arasındaki emirlik mücadelesinde Basra Körfezi’ne yerleşmeye çalışan İngilizler de devreye girmişti. Neticede Osmanlıların onayıyla Suud ailesine Necid bölgesinin yöneticiliği verildi.

II. Abdülhamid döneminin başlarında Suudîler, İngilizlerle olan ilişkilerinden kuşkulanılarak saf dışı edildi. Suudîler yerine İngilizlerden hoşlanmayan ve Vahhabîlik karşıtı olan bir aşiret, Reşidîler desteklendi. İki taraf arasında başlayan çatışmalar sonucunda Suudîler 1891 yılında Riyad’ı kaybetti ve Osmanlı Devleti’nin izniyle Kuveyt’e yerleşti. Ancak 1902’de Abdülaziz İbn Suud önderliğinde tekrar geri dönerek Riyad’ı Reşidîler’den aldı ve bölgeye hâkim oldu.

İngiltere 1927’de İbn Suud’la Cidde Anlaşması’nı imzalayarak onun Hicaz emirliğini tanıdı. İbn Suud da bunun karşılığında İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki şeyhliklerle olan ilişkisini ve bu topraklara müdahil olmayacağını garanti ediyordu. 1932’de Hicaz emirliğinin adı Suudî Arabistan emirliği olarak değiştirildi.

İngilizlerin bölgeye hâkim oldukları dönemde Basra Körfezi’ndeki yerel şeyhlikler vardı. Umman’da baskın bir İngiliz varlığı söz konusuydu. Diğerlerinde İngilizler koruyucu statüsündeydi. 1. Dünya Savaşı sonrası bu dönemde, bölgede henüz petrol bulunmamıştı. İngilizler, bu şeyhliklerden 19. Yüzyıl boyunca küçük bağımsız emirlikler yarattı ve kendilerine büyük komşu devletler ya da yabancılardan gelebilecek saldırılara karşı koruma anlaşması yaptı (böl-parçala-yönet).

1930’ların sonuna doğru bölgede petrol keşfedildi ve yerel emirlere bir miktar para ödendi. Fakat bu, edinilen gelire oranla çok düşük bir tutardı. Petrol öncesi dönemde ekonomileri sadece inci avcılığı ve Hac gelirlerine dayandığı için kendiliğinden ortaya çıkan bu ödemeye razı oldular. Ayrıca petrolle ilgili teknoloji ve işçilik tamamen dışarıdan sağlanıyordu. Böylece yerel emirler geleneksel yaşam tarzlarını aynen devam ettirdiler. Statükonun korunması iktidarlarının devamı için önemliydi. Artık Hac gelirleri çok önemsiz kalmıştı. Günümüzde de devam eden bu durumda değişen sadece koruyucudur: ABD.

2. Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki ülkeciklere bağımsızlık verilmiş fakat emirlerle yapılan koruma karşılığı rantiye anlaşmaları devam ettirilmiştir.

1899’dan beri İngiliz korumasında olan Kuveyt 1961’de; 1820’den beri İngiliz korumasında olan Bahreyn 1971’de bağımsız oldu. Umman resmi olarak hiçbir zaman İngiliz korumasına girmedi; ancak İngiliz etkisi mevcut bazı uygulamalarla son dönemlere kadar devam etti. 1932’de bağımsız olan Suudîlerle de resmî bir koruma anlaşması yapılmadı; fakat daha sonra ABD’ye devredilecek olan çok güçlü bir İngiliz varlığı söz konusuydu.

Merkezi Abu Dabi olan Birleşik Arap Emirliği, 1853’te Ateşkes Devletleri/Kıyısı adlı anlaşmayla İngiliz korumasına giren Arap şeyhlikleridir. Esasen, İngilizlerin Basra Körfezi’ndeki güvenliği amacıyla yapılan bu anlaşma 1971’de emirliğin bağımsız olmasıyla sona erdi.

Katar, 1916’da İngiliz korumasına girdi ve 1971’de bağımsız oldu.

Suudi Arabistan’da Suudî ailesi, Bahreyn’de el-Halife ailesi, Katar’da es-Sanî ailesi, Ürdün’de Haşimî ailesi, Kuveyt’te es-Sabah ailesi ve Umman’da da Kâbus ailesi monarşik iktidarı elinde tutmaktadır.

Sosyo-ekonomik yapı:

Körfez ülkeleri hakkında bilinmesi gereken önemli bir özellik, son derece geleneksel toplumlara sahip olan bu emirliklerde geçen yüzyılların yaşam tarzlarını çok değiştirmemiş olmasıdır. Bu emirlikler küresel modern sistemdeki rekabet baskısından uzak, izole bir hayat sürmektedir. Petrol gelirlerine bedavadan ulaşıp dış korumayla ayakta duran bu devletler çok çok zayıf olup idarî kapasite ve kurumsallaşma yok denecek kadar azdır.

Böyle toplumlardaki patrimonyal (soya dayalı) yöneticilerin meşruiyet kazanmadaki baş iddia dinin koruyucusu olduklarıdır. Suudî Vahhabizmi bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Arap Yarımadası halklarının temel toplumsal motifi aşiretlerdir. Körfez ülkelerinin emirleri de dahil olmak üzere çoğu Arap aşireti köken olarak Orta Arabistanlıdır (Necid). Arap aşiretleri tarih boyunca kimi zaman konfederasyonlar halinde kimi zaman ise bağımsız olarak varlıklarını sürdürmüştür.

Körfez ülkeleri için en çarpıcı gözlem toplumun gelenekselliği karşısında modern şehirlerde son derece yüksek bir tüketimin olmasıdır. Eski ile yeni arasındaki bu çelişki, daha fakir olan Yemen ve Umman hariç bölgenin en önemli gerilimidir.

Silah sanayii başta olmak üzere Batı ürünlerinin hevesli tüketicileri olan bu ülkeler karşılığında , Batı’nın korumacılığını sağlamaktadır. Ancak bu durum yaşam ve değerler arasında gerilim yaratmaktadır.

Bölgenin başka bir özelliği kadının toplumdaki yerinin gerçek dinî kurallar değil kültürel motifler tarafından belirlenmiş olmasıdır.

Bu ülkeler patrimonyal (atalardan miras alınmış) refah devletleridir. Toplumsal yapı geleneksel-muhafazakâr modeldedir. Petrol ve gazdan gelen rantiye geliri bazında toplumla emir arasında bir sözleşme söz konusudur. Devlet ve onun kaynakları emirin şahsî malıdır. Halk/teba bunu kabul eder. Karşılığında, emir de toplumun sosyo-ekonomik ihtiyaçları karşılamakla yükümlüdür. Teba devletin işlerine karışmaz sadece itaatle sorumludur.

Paradoksal ittifak:

Körfez ülkelerinin ABD ile ittifakları sadece onların bölgedeki büyük ülkelerden korkmalarına değil ortak ekonomik çıkarlara dayanmaktadır. Körfezin çok zengin emirlikleri Batı’dan tüketim ve askerî malzemeler almanın yanında Batı ekonomilerine büyük yatırımlarda bulunur. Böylesine bir simbiyotik ilişki neticesinde Batı’nın ekonomileri Organization of Petrolium Exporting Countries (OPEC) aracılığıyla gözetilmektedir. OPEC 1960’da petrol fiyatlarında arzı daraltarak yapay müdahalelerde bulunmak için kurulmuş bir kartel-birliktir. Bugüne kadar Suudî Arabistan ve İran dahil, 12 ülke üye olmuştur. Rusya ve kuzey Avrupa ülkelerinin üye olmaması önemlidir. Genel anlamda, Suudîler aktif ve en önemli üye devlet olarak Batılı ülkelerin zorlanmaması adına petrol fiyatlarını yüksek tutmak istemez. Buna karşın İran, Irak gibi ülkeler ise yüksek petrol ve gaz fiyatlarından yanadır.

Suudî Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, İslâm’ın tutucu (püriten) yorumunu uygulamaktadır. Buna karşın emirler, aileleri ve yakın çevrelerinin gösterişli yaşam tarzları, bu yorumla ve İslâm’ın önerdiği sâde yaşam tarzıyla örtüşmemektedir. Bu emirliklerde bir yandan yabancı düşmanlığı pompalanmış diğer yandan düşman koruyucular edinilmiştir. 1990-1991 Kuveyt işgalinde bu durumun yansıması çok açık bir şekilde görülmüştür.

Öte yandan Ulema da rejimin hizmetinde olup İslâmî köktendinciliğin ve tutuculuğun savunucusudur. İslâm’ın bu yorumunu savunmaları dışarıdaki radikal grupların finansal olarak desteklenmesini getirmiştir. Dışarıda Vahhabî propagandanın yapılması için medrese câmîler yapmışlar, el-Kaide, Talibân, IŞİD gibi örgütleri desteklemişlerdir. Bu durum onları Batılı ülkelerle çıkar çatışmasına sokmuştur.Talibân, tıpkı Vahhabilerin 19. Yüzyılda hâkimiyeti ele geçirdiklerinde mevcut kültürel mirası yok ettiği gibi, Budist kültürü yok etme yoluna gitmiştir.

Kaynaklar:

       Constitutional Struggles in the Muslim World, Completed by Emine Sonnur Özcan on January 15, 2016, 8-12 hours/week, Dr. Ebrahim Afsah, Kopenhag Üniversitesi, Coursera MOOC.

       The Emergence of the Modern Middle East - Professor Asher Susser, Tel Aviv Üniversitesi, Coursera MOOC.

       William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, Çeviri: Mehmet Harmancı, İstanbul 2008, s. 175-180; 257-260.

       Zekeriya Kurşun, “Arap Yarımadası: Suudi Arabistan ve Yemen”, Modern Ortadoğu, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 2013, s. 85-98.

       Davut Dursun, “Orta Doğu Neresi? Orta Doğu’nun Demografik, Ekonomik ve Siyasi Yapısı” Orta Doğuda Siyaset, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 2013, s. 18-20.

       Prof.Dr. Tayyar Arı, “20.Yüzyılda Orta Doğu: Sömürgecilikten Bağımsızlığa”, Orta Doğuda Siyaset, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, Eskişehir 2013, s. 49-62.

 

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...