Web Tasarım Ankara

MÜSLÜMAN DÜNYASI’NDA NE OLUYOR?

Kürşad Atalar

mkatalar@hotmail.com

15.04.2016

           

Müslüman Dünyası’nda son yıllarda olan-biteni nasıl yorumlamak gerekiyor? Özellikle de Suriye’de yaşanan gelişmelerden sonra, birçoklarının iddia ettiği gibi, Batı, yine “başımıza çorap mı örüyor?” Yoksa, yine başka bazılarının savladığı gibi, yaşananlar, “yere düşmüş olan ‘dev’in yeniden ayağa kalkışının” işaretleri mi?

      Benzer türde başka sorular da sorulabilir ve bunlar, içinde ‘komplo teorisi’ bulunan yahut bir ‘hissiyat’ın dışavurumundan ibaret imalar da içerebilir.

           Örneğin, Arap Baharı, BOP projesinin bir tezahürü mü, yoksa bölge halklarının zalim rejimlere karşı direnişini mi simgeliyor? Eğer BOP’u Batı hazırladı ve uygulamaya soktuysa, Mısır’da Mursi’nin devrilişini nasıl izah edeceğiz? Ya da nükleer silahlar konusunda İran ile Batılı ülkeler arasında varılan antlaşma, Devrim’in tükenmiş olduğunu mu gösteriyor, yoksa bildik ‘şark kurnazlığı’nın tezahürlerinden biri mi? Hakeza Türkiye’de son birkaç yıldır yaşanan gelişmeler ‘Üst Akıl’ca planlanıp uygulanan bir operasyona mı işaret ediyor, yoksa bunları Osmanlı’nın ‘yeniden dirilişi’nin ayak sesleri olarak görmek mi gerekiyor?

      Bu türden soruların toplumda her kesimden insanın zihnini meşgul ettiğini ve cevapların da gruptan gruba, cemaatten cemaate farklılaştığını biliyoruz. Fakat acaba bu sorulara ‘makul ve mantıklı’ bir cevap bulabilir miyiz? Biliyoruz ki, farklı kesimler, partiler, ideolojik gruplar, cemaatler vs., çoğunlukla, “bulundukları pozisyonu meşrulaştıracak şekilde” bu soruları cevaplıyorlar. Tabiatıyla, bunun sonucu da, çoğu kez, ‘polemik’ yahut ‘ağız dalaşı’ oluyor.

          Bana göre, doğru cevap, öncelikle ‘küresel sistem’in iyi okunması ile, yani, ‘büyük resme’ bakarak verilebilir. Bunu yapmadan, ‘yerel’ ölçekli gelişmeleri doğru analiz etmenin mümkün olmayacağını düşünüyorum.

            ‘Büyük Resim’ özetle şudur: İran Devrimi ve SSCB’nin yıkılmasından sonra, dünya ‘kontrolden çıkma’ tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı (Brzezinski, bunu, ‘Out of Control’ adlı kitabında güzel tasvir etmiştir). Bu durumda, bozulan dengeleri yeniden kurmak ve küresel sisteme yeni bir ‘balans ayarı’ vermek gerekiyordu ki, Amerika, bunu Yeni Dünya Düzeni olarak tanımladı. Burada tek süpergüç ABD olacaktı ve başta Ortadoğu olmak üzere, ‘sorun çıkarma’ riski bulunan (Huntington’un ifadesiyle, ciddi ‘fay hatları’nın bulunduğu) bölgelerde “kartlar yeniden karılacaktı.” Bu ise, tabiatıyla, eski rejimlerin değişmesini gerektiriyordu. Çünkü Yeni Dünya Düzeni’nin mantığı, Detant döneminin mantığından farklıydı; dolayısıyla, ‘aktörler’ de yeni şartlara uygun seçilmeliydi.

        Fakat Müslüman Dünyası’nda dikkatli hareket etmek gerekiyordu. Çünkü İran Devrimi’nden sonra, bölgede ‘radikal İslam’ tehdidi ciddiyet arz etmeye başlamıştı. Sosyalist ve milliyetçi projelerin başarısız olmasından sonra, İslamcılık, ‘yükselen değer’ haline gelmişti ve despot rejimlerin baskısından bunalan halklar, bu akıma meyledebilirdi.

            İşte Büyük Ortadoğu Projesi, bu şartlarda, İslamcılık tehdidini ‘kontrol altına almak’ amacıyla planlandı. Planın 1990’lı yılların başlarında teorize edildiğini biliyoruz. Ancak (Türkiye hariç) Ortadoğu ülkelerinde uygulamaya 2000’li yılların başında geçildi.

            Kanaatimce, bu planın belli başlı unsurları şunlardı: öncelikle, köhnemiş rejimler ‘değiştirilecek, yerine, küresel sistemle uyum içinde çalışacak yeni ‘aktörler’ getirilecekti. Bunun böyle olduğunu, sadece açıklanan stratejik raporlardan değil, Hüsnü Mübarek’in 2004 yılında BOP’a karşı yaptığı açıklamadan da biliyoruz. Çünkü projenin uluslararası medyada gündemleştirilmesinden sonra, plana yönelik ilk ve en ciddi tepkiyi Mübarek vermişti. Zira başına gelecekleri görmüştü!

            İkinci olarak, iktidara taşınacak kesimler ‘Ilımlı İslam’ olarak bilinen anlayışa sahip olacaklardı. Mısır ve Tunus deneyimleri bunu net olarak göstermiştir. Çünkü bu kesimler, ‘yükselen değer’ adına hareket ediyorlardı ve tabanları da genişti. Bu, ‘mayanın tutması’ için yapılacaktı.

            Böylece, Ortadoğu bölgesi (ya da genel olarak Müslüman Dünyası) küresel sistemle ‘tam entegrasyon’a geçmiş olacaktı. Çünkü planın bir amacı da, pazar ekonomisi şartlarının henüz oluşmadığı bu bölgenin küresel ekonomiye entegre edilmesiydi.  

         Burada şu hususa dikkat çekmek istiyorum: farklı kesimlerden birçok analistin bu konuda benzer değerlendirmeler yaptığını, fakat genellikle ‘Ilımlı İslam’ın bir vasfının üzerinde fazla durulmadığını görüyoruz. Bana göre bu vasıf ‘liyakatsizlik’tir. Gözlemleyebildiğim kadarıyla, projenin planlayıcıları, iktidarı devredecekleri kesimlerde ‘tecrübesizlik’ ve ‘liyakatsizliğe’ özel önem veriyorlar! Bunu da, olur da ilerde bir sorun çıkarsa, iktidardan alınmaları kolay olsun diye yapıyorlar!

        Evet, Ilımlı İslam, Batılı değerlere karşı değildir, uzlaşmacıdır, hoşgörüden ve ‘birlikte yaşama’dan yanadır. Bunlar, BOP planlayıcıları için önemli vasıflardır. Fakat sanılmamalıdır ki, projenin sahipleri, ‘güvenlik tedbirleri’ almayı unutmuşlardır!                

           Bu noktada, İran Devrimi’nin şoku atlatıldıktan sonra Batılı analistlerce yapılan değerlendirmelere bakmak yararlı olacaktır. Fuller, Esposito, Voll, Dökmejiyan, Shepard gibi analitik düşünebilen ‘İslam uzmanları’ o dönemde şunları söylüyorlardı: “evet, İslam bölgede yükselen değerdir. İdeolojik üstünlüğü ele geçirmek üzeredir. Fakat Müslümanlar önemli bir zaafla malüller. İktidar deneyimleri henüz yok. Yani onları ‘hazırlıksız’ yakalamış bulunuyoruz. Bu durumda yapılacak şey, onları iktidara taşıyıp, başarısız olmalarını sağlamak; böylece ideolojik safiyetlerini ortadan kaldırmaktır.”

          Yapılan analizin özeti budur. Amaç, ‘ideolojik üstünlüğü’ ele geçirme şansı bulunan İslam’ı, ‘tecrübesizlik kartı’nı kullanarak gözden düşürmektir!

         Bendeniz buna, amaçla uyumlu ekstra bir unsur daha ekliyorum ki, o da, iktidara taşınacak olanların ‘liyakatsiz’ olmasıdır!

         Bunu şöyle izah edebiliriz: malum olduğu üzere, İslamcılık akımının beslendiği toplumsal taban, ulus-devletler sürecinde, ya bizzat kendileri ‘siyaset’ alanına soğuk baktıkları için ya da seküler-sol-kapitalist yönetimler tarafından baskı gördüklerinden dolayı, kamusal alanda genellikle rol üstlenmemişlerdir. Bu da, kaçınılmaz olarak, bu kesimlerde, ‘iktidar açlığı’ ve ‘tecrübesizlik’ sonucunu doğurmuştur. İşte ‘liyakatsizliği doğuran nedenler temelde bunlardır.

           Kanımca, Batılı analistler bunu görmüşler ve bunun üzerine oynamışlardır. Yaşanan gelişmeler de, almış oldukları bu ‘güvenlik tedbiri’nin işe yaradığını gösteriyor!

       Örnekler üzerinden bunu teyit edebiliriz: Örneğin Mısır’da ne oldu? Plan çerçevesinde Hüsnü Mübarek rejimi yıkıldı ve yerine Müslüman Kardeşler Örgütü iktidara taşındı. Peki, seksen küsur yıldır iktidar yüzü görmemiş bu örgüt ne yaptı? Tecrübesizlik ve liyakatsizlik sonucu, sistemin ‘balans ayarları’nı bozdu. Tabiatıyla, sistemin banisi olanlar, sistemlerini korumak istediler ve ordu marifetiyle ‘balans ayarı’nı yeniden yaptılar! Mısır’da olan-bitenin kısaca izahı budur. Bu, orada Müslüman Kardeşler’in ilanihaye bir daha iktidar yüzü göremeyeceği anlamına gelmez. Sadece ‘bir süreliğine’ dinlendirildiği anlamına gelir. Nitekim son aylarda Mısır, Türkiye ve İsrail arasında ılımlılaşan ilişkiler, bu yönde gelişmeler olabileceğinin işaretlerini veriyor.

           Tunus örneğine bakalım. Tunus’ta da Zeynel Abidin bin Ali iktidarı, aynı plan doğrultusunda devrildi ve yerine Nahda hareketi getirildi. Orada da benzer sorunlar oldu, fakat darbe riskini ortadan kaldırmak için Gannuşi liderliğindeki hareket, ‘eski rejim’in unsurları ile uzlaşmaya gitme yolunu tercih etti. Yani Tunus’ta olan da aslında yine aynıydı: iktidarı devr alan kesimin sistemin ‘ana ayarları’ ile oynamasına izin verilmedi!

            Gelelim Türkiye örneğine. Sürecin, (özel şartları nedeniyle) BOP planının fiilen yürürlüğe konulmasından önce başladığı Türkiye’de de durum farklı değildir. Önce Özal, ardından Refah ve Fazilet Partileri, ondan sonra da AKP ile tecrübe edilen şey, Ilımlı İslam’ın iktidara taşınmasından başka bir şey değildir. Burada da, Cumhuriyet tarihi boyunca kamusal alandan şu veya bu şekilde uzak tutulmuş kesimler, şartların değişmesi ile birlikte, iktidara taşınmışlar; burada da ‘tecrübesizlik’ ve ‘iktidar açlığı’ ile malul kesimler, benzer hatalar yapmışlar ve bunun sonucunda sistemin ayarlarıyla oynanmaması lazım geldiğini düşünenler, bozulan ‘balans ayarı’nı yeniden yapmak için harekete geçmişlerdir! (Türkiye örneğini ve ülkede son birkaç yıldır yaşananları, bir sonraki yazımızda biraz daha detaylı bir şekilde ele almaya çalışacağız!)

         Bütün bu deneyimlerde, dikkat ediniz, küresel sistem, ‘yükselen değer’ haline gelen İslam’ı temsil noktasında ‘ciddi zaafları bulunan’ kesimlerle çalışmaktadır! Bunun nedeni açıktır: ‘başarısızlığı garantilemek.’

            Bunu, Batılı ‘İslam uzmanları’nın “kimlerle çalışmak istemediğine” baktığımızda daha kolay görüyoruz. Roy ve Fuller gibi analistler, bunların, “yeni Müslüman entelijansiya’ olduğunu söylüyor. Yani modern okullarda yetişip moderniteyi iyi bilen, fakat İslam’ı bir ‘ideoloji’ ve ‘yaşam tarzı’ olarak görüp moderniteye teslim olmayan eğitimli kesimler. Kısacası, ‘bilinçli’ kesim. Bu analistlere göre, bunlar, ‘marjinalize’ edilmesi gerekenleri oluşturuyor. Çünkü bunlar ‘iktidar nimetleri’ne talip olmuyorlar ve o yüzden de sistem içerisine çekilemiyorlar!

         İşte Müslüman Dünyası’nda son on yıllarda yaşanan gelişmeleri, bu ‘Büyük Resme’ bakarak anlamak mümkündür. Kanımca, bu ‘strateji’ hala küresel güçlerin ana politikası olarak uygulamadadır. Fakat tabii görünürde bununla uyumlu olmayan bazı gelişmeler de oluyor ve bunları yorumlarken kitlelerin kafası karışabiliyor.

         Örneğin Suriye ve Irak’ta olanları bunlar arasında sayabiliriz. Birçokları, bu iki ülkede yaşananları, III. Dünya Savaşı’na neden olabilecek gelişmeler olarak görebiliyorlar veya Işid’in ortaya çıkışını, bölgede çıkacak büyük karışıklıkların veya yeni bir mezhep-savaşının habercisi olarak niteleyebiliyorlar.

    Bence bunlar, büyük oranda, ‘Büyük Resmi’ görmeden yapılan ve çoğunlukla da isabetli olmayan değerlendirmelerdir.

          Tekraren ifade edeyim ki, cari olan ana politika BOP’tur ve süreç o yönde ilerlemektedir. Bölgede yaşanan son gelişmeler, Mehter Marşı örneğinde görüldüğü gibi, “iki ileri bir geri” hareket etmekten başka bir şey değildir. Yani planlayıcılar, sağlam adım atmak istiyorlar. Zaten bir aceleleri de yok!

Tabii burada Suriye örneğini özel olarak ele almak gerekiyor. Bazılarına göre, Amerika, (Irak’ta olduğu gibi) Suriye’de de bir batağa saplandı ve çıkamıyor! Bana göre, bu, doğru bir değerlendirme değildir. Halbuki Suriye’de olanlar, Rusya’nın ‘pastadan pay almak’ istemesiyle, fakat özellikle de İran’ın Suriye ‘hattı’nda direnmeyi ‘ölüm-kalım’ meselesi olarak görmesiyle açıklanabilir. Yoksa Esed rejimi çoktan devrilirdi. (Esasen, Türkiye’nin bu ülkeye yönelik politikasını değiştirmesini de ‘reel politik’ ile izah etmek mümkündür. Çünkü Türkiye Esed’in kısa sürede devrileceğini düşünüyordu). Özellikle de İran, ‘stratejik ortağı’ olan Esed rejiminin devrilmesini istemiyor. Çünkü yerine getirilecek olan güçler, Batı İttifakı içerisinde yer alacak. İran bunu biliyor ve tehlikeyi ‘uzakta’ önlemeye çalışıyor. Eğer önleyemezse, Batılı güçlerin kendi ‘sınır’ına dayanacağını görüyor. Fakat İran’ın buna gücü yeter mi? Bendeniz, bundan sonraki süreçte, hadiselerin, Batı İttifakı’nın istediği yönde gelişeceğini düşünüyorum. Güç dengelerine bakıldığında, aksinin olması zor görünüyor. Fakat yine de İran’ın sonuna kadar direneceği, Suriye ‘kale’sini kolay kolay terk etmeyeceği söylenebilir.

Tabii Işid’in ortaya çıkışı da, Suriye’de gerçekleşeceği düşünülen rejim değişikliğinin gecikmesi sonucunu doğurmuştur. Bunu da tespit etmek gerekiyor. Fakat Işid’i, komplo teorileri bağlamında değerlendirmek yerine, bölgedeki Sünni güçlerin “sürecin sonunda pazarlık masasına oturması için” ortaya çık(arıl)mış bir yapı olarak görmek daha doğru olur. Çünkü şu an itibarıyla ‘silahlı’ bir güçtür ve masaya oturduğunda da elinde öyle veya böyle silah (veya toprak parçası) olacaktır. Şu anki liderlik kadrosunun yok edilmesi veya ılımlılaştırılması durumunda, Işid’in Sünni güçler adına hareket eden bir ‘siyasal aktör’e dönüşmesi (veya aynı tabandan pazarlık masasına oturacak başka bir oluşumun ihdas edilmesi) mümkündür.

Peki, bölgedeki gelişmeleri başka türlü okumak mümkün mü? Yani şu an olup bitenler, rejim değişiklikleri ve çatışmalar, ‘uyuyan dev’in uyandığının işaretleri olarak görülebilir mi? Bana göre aktüel gelişmeleri buna yormak da doğru değil. Evet, “kazanın altındaki ateşin yandığını” söyleyebiliriz, ancak aktüel gelişmelerin çoğu bununla ilgili değildir. Bilakis, aktüel olaylar, çoğunlukla, küresel siyasetin banilerince yapılan planlar doğrultusunda gelişiyor. Örneğin, Türkiye’nin son yıllarda ‘sıfır sorun’ politikası ve İsrail ile ilişkiler bağlamında benimsediği yolu, ‘uyanış’ın bir tezahürü olarak görmek mümkün değildir, bilakis bunu ‘iç siyaset’ ile ilişkilendirmek gerekir. Nitekim gelinen aşamada, daha önce benimsenen ‘iddialı’ tarzdan tümden vazgeçilmiş ve ‘büyük güçler’in bölge politikalarına göre yeni pozisyonlar almak gereği duyulmuştur. Arap Baharı ise, daha önce ifade ettiğim gibi, ABD’nin hazırladığı ‘plan’ın bir sonucudur; bu nedenle bu plan doğrultusunda bölgede yaşanan olayların İslami ‘uyanış’a işaret ettiği söylenemez. Belki bu konuda söylenecek olan şey şudur: İslami Uyanış olgusu, Batılı güçleri, BOP gibi bir plan hazırlamak zorunda bırakmıştır. İslami Uyanış’ın mevcut hadiselerle ilgisi ancak bu şekilde kurulabilir!  

Konu tabii uzun ve ben fazla uzatmak da istemiyorum. Özetle söyleyecek olursam, Müslüman Dünyası’nda olan-biteni, geçici hadiseler veya hissiyatlar üzerinden yorumlamak yerine Büyük Resme bakarak anlamaya çalışmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

 

               

             

             

            

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Kürşad Atalar