Web Tasarım Ankara

Türk Dış Politikasında Hazan Mevsimi

Ramazan Gözen

rgozen@hotmail.com

31.05.2016

Sırasıyla başbakan dış politika baş danışmanı, dış işleri bakanı ve başbakan olarak AK Parti dış politikasının başlangıçtan beri mimarı olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun görevinden azledilmesi, bir dönemin  bilançosu ya da dökülen hazan yaprağı gibidir. Yaklaşık on beş yıldır Türk dış politikasının lokomotifliğini yapan bir kişinin ve ortaya koyduğu performansın bu şekilde bitirilmiş olması, nedenleri ve nasılları ne olursa olsun kendi başına çok kritik ve anlamlı bir olaydır. Davutoğlu’nun görevinden azledilmesinin sebepleriyle ilgili bir sürü başka spekülasyonlar yapılmış/yapılıyor olsa da, kanaatimce bunlardan birincisi, Davutoğlu’nun öncülüğünde ama AK Parti hükümetlerinin, partinin, meclisin ve toplumsal tabanın kahir ekseriyetinin desteğiyle yürütülen bir dış politikanın hazin sonucudur. Yaklaşık yirmi yıldır Türkiye’de dillerden düşmeyen ve bir baş yapıt gibi görülen Stratejik Derinlik kitabı ve savunduğu Yeni Osmanlıcık anlayışı üzerinden bu kadar çok yüceltilen bir şahsiyetin, başka herhangi bir nedenle görevden alındığını iddia etmek ne rasyoneldir ne de doğrudur. Rasyonel değildir; çünkü bu kadar yüceltilmiş bir dış politika idealizminin sahibi olan bir şahsiyetin, eğer dış politikada her şey yolunda ise ve bu nedenle görevden alınmamış ise, başka bir iç politika sorunu nedeniyle görevden alınmış olması akıl ve mantığa uygun değildir. Doğru da değildir; çünkü dış politika gibi kritik bir alanda başarılı olmuş mimarın başka bir nedenle harcanması, “pireye kızıp yorgan yakmak”tan başka bir anlam ifade etmez. Bu nedenlerle ben Davutoğlu’nun başkanlıkmış, Erdoğan’la uyumsuzlukmuş veya herhangi bir iç politika anlaşmazlığıymış gibi dış politikaya göre daha az önemli nedenlerle değil, temelde Türk dış politikasının artık tamir edilme zamanının geldiği için ve yeni bir arayışın stratejisi çerçevesinde görevden alınmış olduğunu düşünüyorum. Daha çarpıcı bir ifadeyle, Erdoğan’ın ve belki de parti ve hükümet içindeki mevcut yapının Türk dış politikası sorununa bir çare bulmak için oluşturduğu “derin bir strateji”nin gündemde olduğunu iddia ediyorum. Stratejik Derinlik ile ünlenen Davutoğlu’nun, Erdoğan’ın derin bir stratejisiyle görevden alınmış olmasının, hazin bir hazan mevsiminin işareti olduğunu düşünüyorum.

         Davutoğlu’nun görevden alınması çerçevesinde veya ondan bağımsız olarak, bu hazanın sebebi nedir? Davutoğlu’nun bu kadar yüceltilen dış politikası, niçin bu noktaya gelmiştir? Bir zamanlar komşularla sıfır sorun (zero problem with many neighbors) politikası uygulayarak etrafında ve bölgesinde barış ve düzen kurmaya çalışan Davutoğlu ve stratejisi, Mayıs 2016 itibarıyla tüm komşularıyla sorunlu (many problems with zero neighbor) bir noktaya niçin ve nasıl geldi? Bu hazin hazan tablosunun nedeni ya da nedenleri nelerdir?

Bu sorunun cevabı o kadar kolay ve kestirme değildir. Elbette ki, benim de hemen herkes gibi işaret parmağımı öncelikle bu dış politikanın baş mimarı ya da lokomotifi olan Davutoğlu’na çevirmem beklenir. Evet bu doğru bir saptamadır, ama yeterli değildir. Kanaatimce, bu sorunun cevabını bulmak için, daha geniş bir açıdan bakmak, herkesin parmaklarını aynı zamanda kendilerine doğru da yönlendirmelerinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Daha akademik/teorik bir ifadeyle, Davutoğlu’nun ve AK Parti’nin on beş yıllık dış politika serüveninin ve bugün geldiği noktanın temel nedeninin, sosyolojik bir gerçeklikte saklı olduğunu iddia ediyorum. Zira Davutoğlu’nun dış politikası, sadece yüzde elliye varan bir oy desteğini arkasına almamış, aynı zamanda ve daha önemlisi on beş yıldır özellikle AK Parti tabanından ve tavanından üst düzey toplumsal teveccüh görmüş ve yüceltilmiştir; sadece yüceltilmemiş, aynı zamanda ilgili camianın aklı evvelleri tarafından sorgulanmamış ve soruşturulmamıştır.

         Ama haksızlık yapmamak ve öncelikle asıl failin, yani Davutoğlu’nun ve AK Parti’nin özellikle Arap Baharı sürecinde öncelikle Mısır’da daha sonra da Suriye’de niçin başarısız olduğuna yoğunlaşmak gerekiyor. Bu konuda uzun uzun akademik analizler ve açıklamalar yapılabilir; ben de birkaç akademik makalemde ve tebliğimde bunu inceledim. Burada daha farklı ve kanaatimce çok anahtar olan bir boyuta dikkat çekmek istiyorum: Aşırı özgüven ya da özgüven patlaması ve bu bağlamda güç zehirlenmesi meselesi.  Davutoğlu ve AK Parti, özellikle 2010 yılına kadar dış politikada çok önemli açılımlar ve adımlar icra etti. Özellikle AB ile ilişkilerde yapılan tarihi hamleler ile Türkiye’nin 50 yıllık AB’ye üyelik hedefinde büyük bir başarı elde etti ve tam üyelik müzakere sürecini başlattı. Daha sonra (2009-2011) BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine 151 devletin oyuyla seçilerek dünyadaki konumunu ve imajını güçlendirdi. Nihayet, bu başarıları komşularla sıfır sorun politikası ile taçlandırdı ve çevresindeki ülkelerle ve bölgelerle mevcut sorunları çözerek yeni bir dönemin ve düzenin oluşmasını sağlamaya başladı. Bu çerçevede, diğerleri yanında, çok kritik iki konu olan Filistin sorununu Filistinliler lehine çözmek ve İran’ın on yıllardır devam eden nükleer programına barışçı çözüm bulmak için hamleler yaptı. Bu minvalde, AK Parti’nin iç politikada seçimlerde kazandığı başarıları ve en önemlisi 12 Eylül 2010 tarihinde yüzde 58 oy alan anayasa değişikliği referandumunu da not etmek gerekir.

         Kısaca özetlediğim bu başarılı dış politika adımları gerçekleşirken Arap Baharı patlak verdi. Davutoğlu ve AK Parti, Obama yönetimi ve Batı kamuoylarındaki öncü entelektüellerin de katkısıyla, Türkiye’yi Arap Baharı’nın kılavuzu/lokomotifi yapmak ve “Türkiye modeli” ile bölgenin geleceğine şekil vermek istedi. Bu politika öylesi bir havada ve yönde ortaya çıktı ve uygulandı ki, Davutoğlu ve AK Parti, Arap Baharı’nın Türkiye’nin önüne çıkmış altın bir fırsat olduğunu, bu fırsatın kaçırılmaması gerektiğini ve bu kadro ve misyon ile mutlaka başarabileceğini düşündü. 2010 sonrası Davutoğlu, Erdoğan ve diğer AK Parti kadrolarının konuşmaları, açıklamaları, basın demeçleri ve siyasi söylemi incelendiğinde, kendilerine “aşırı şekilde güvendikleri” ve kendilerinde “olağanüstü bir güç vehmettikleri” görülür. Örneğin, Davutoğlu’nun Eğer dünyayı değiştiremeyecekseniz, bir sesiniz olmayacaksa siyaset yapmanın da dış politikanın da anlamı yoktur ifadesi; Erdoğan’ın “Emevi Camisi’nde namazımızı kılacağız” açıklaması; birçok AK Parti yetkilisinin örneğin Esad’ın 6 hafta, 2 ay gibi kısa sürelerde düşürüleceği beklentisi; Davutoğlu’nun “Bizden habersiz Ortadoğu’da bir yaprağın bile kıpırdamayacağı” yönündeki açıklamaları; ve en önemlisi de tüm bölgede yeniden haritalar ve sınırlar çizilirken Türkiye’nin başrol oynayacağı ümidi. Tüm bu açıklamalar, kamuoyunu ikna etmek, siyaset yapmak, muhataplarını yönlendirmekten ziyade bunlara inanmış ve ikna olmuş olduklarının dışavurumudur. Dolayısıyla, bu aşrı özgüvenli ve olağanüstü güç vehimli açıklamalar, Türkiye’nin dış politikasının ama özellikle Arap Baharı açılımlarının dış kaynaklar veya istekler tarafından değil, bizzat Türk siyasetçilerin kendilerinin özgür iradeleriyle oluştuğunu göstermektedir.

         Davutoğlu ve AK Parti’nin aşırı özgüven ve olağanüstü güç algısının temelde üç nedeni vardır: Birincisi, yukarıda belirttiğim, 2010 öncesi başarılar ve hamlelerdir. Davutoğlu ve AK Parti, önceki başarılarının Arap Baharı’nda da devam edeceği yönünde bir beklenti ve ümit sahibi olmuştur. “Yaptık yine yaparız… Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” gibi veciz ifadelerle zafer sarhoşluğunu andıracak bir duygu ve düşünce seline kapıldılar. İkincisi, Davutoğlu ve AK Parti, Arap Baharı sürecinin “lineer/doğrusal hareketler şekilde devam edeceğini” zannettiler. Yani; Bin Ali, Mübarek ve Kaddafi gibi Esad ve diğerlerinin de teker teker iktidardan uzaklaştırılacağını ve Türkiye’nin de Mısır’da M.Mursi ile yakın diyaloğunun hep devam edeceğini ve buna başka ülkelerin de hep ekleneceğini düşündüler. Ama özellikle, Arap Baharı sürecinde eski liderlerin hepsinin düşeceği veya düşürüleceği için Türkiye’nin de bu yönde hareket etmesinin yararlı ve gerekli olacağını hesap ettiler. Üçüncüsü de, bu süreç öncesi ve sırasında,  özellikle Batıdaki bazı akademisyen, entelektüel ve siyasetçilerin, Davutoğlu ve AK Parti dış politikasına yaptıkları olağanüstü övgü ve teşvikleridir. Bunlardan en çarpıcı olanı, meşhur akademisyen Prof. Dr. Richard Falk’un Davutoğlu için “Ortadoğu’nun/İslam dünyasının Kissinger’i” şeklinde yapmış olduğu nitelemeyle, onun dış politikası hakkındaki olağanüstü övgüleridir. Tüm bunlar, Davutoğlu’nda ve AK Parti’de “zamanın ruhu Türkiye’den yana, bu ruhu fırsata dönüştürmeli” şeklinde bir özgüven ve güç patlaması doğurmuştur.

         Bunlara bir de Türkiye’deki toplumsal, ama özellikle akademik, siyasi, entelektüel ve medya desteklerini eklemek gerekir. Türk toplumunda Davutoğlu ve Stratejik Derinlik kitabı, sanki kutsal bir şey gibi algılanmış, bu bağlamda Osmanlıcılık rüzgarı hatta fırtınası estirilmiştir. Davutoğlu’nun her söylediği mutlak doğru olarak algılanmış, alkışlanmış ve desteklenmiştir. Bu desteği sadece seçimlerdeki yüksek oy oranında değil, kamuoyunda, medyada ve özellikle akademideki “sorgulanmayan” Davutoğlu imajında görmek mümkündür. O kadar ki, Davutoğlu’nu ve Stratejik Derinlik’i sorgulamak, özellikle muhafazakar ve dindar ortamlarda günah işlemek gibi görülmüştür. Bu toplumsal tabanının Stratejik Derinlik kitabını, muhtemelen okumadığı halde bu şekilde desteklemesi, Davutoğlu ve AK Parti dış politikasını olağanüstü bir havaya itmiştir. Ama bundan daha önemli bir boyut, özellikle AK Parti’ye yakın olan akademyada ve benzeri medya, kamu oyu yapıcıları ve siyasetçiler arasında Davutoğlu dış politikası konusunda hiçbir eleştiri dile getirilmemesidir. Buna elbette ki AK Parti’nin liderleri Erdoğan, Gül, Arınç başta diğer etkili ve yetkili yöneticileri de muhakkak eklemek gerekir.  

Dolayısıyla Davutoğlu, Stratejik Derinlik ve dış politikasının bu kadar iltifat ve destek bulması, doğal olarak Davutoğlu’nun sadece siyasal desteğini değil aynı zamanda özgüvenini patlatmıştır. Davutoğlu’nun Meclis konuşmalarında, entelektüel toplantılarda, halk mitinglerinde avucunun içi patlayıncaya kadar alkışlanması ve sorgusuz-sualsiz desteklenmesi karşısında bir insan olarak başka bir duyguya kapılmasını da beklememek gerekirdi. İçeriden ve dışarıdan bu kadar övülmüş bir vizyon ve vizyonerin, kitabının ve dış politikasının başarısız olması nasıl düşünülebilirdi ki? Bu kadar büyük kitleler, adanmış akademisyenler, medya ve siyasetçiler bu kadar kuvvetle desteklerken, (benim gibi) birkaç itiraz, farklı düşünce ve yanlışlıkları dillendirenler niye dikkate alınsındı ki? Davutoğlu ve AK Parti, kutsal metin gibi gördüklerin bir kitaba ve buna dayalı dış politika anlayışına hiçbir alternatif düşünmemişler, bunun başarısız olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir.  Hatta bunun Allah’ın lütfu olduğunu, yüce yaratının desteğiyle oluşmuş kutsal bir misyonu ifade ettiğini bile düşünmüş olabilirler. Bunun emarelerini de, örneğin her yıl 29 Mayıs tarihinde yapılan İstanbul’un fethi kutlamalarında görmek mümkündür. İstanbul’un fethi kutlamaları, sadece tiyatral gösteri olarak değil ama daha önemlisi bugün de tekrar edilebilecek bir kutsal davanın öncüsü olarak görüldüğünü ortaya koyan manzaralarla doludur. Basına yansımış bir bilgi yok ama, İstanbul’un fethi ile Suriye’nin ve belki de diğer bölge ülkelerinin muhtemel fethi arasında bir bağ kuranların olduğunu da kuvvetle tahmin ediyorum.

         Halbuki, yaşamın hiç bir konusunda olmadığı gibi dış politikada da “garantilenmiş bir başarı ya da zafer olmayacağı”; “muhakkak olumsuzlukların veya engellerin çıkabileceği”; “dış politika ideallerinin  ancak temkinli olarak ve ayağı yere basarak başarılabileceği”;  “uluslararası ilişkilerin ve dış politikanın çok faktörlü bir süreç olduğu” ve “lineer/doğrusal olmayabileceği”; hele “hiçbir kişi, eylem veya politikanın kutsal olmadığı, dolayısıyla yanılabileceği” dikkate alınsaydı….Ve “özgüvenin iyi bir özellik, ama aşırı özgüvenin her zaman yanlış ve tehlikeli bir duygu olduğunun pedagoglar tarafından vurgulandığı” göz ardı edilmeseydi…Türkiye’nin bölgesinin en güçlü ülkeleri arasında olmasına rağmen komşusunda bile rejim değişikliği yapabilecek kadar kapasitesinin olmadığı ve bunun ciddi bir analizle görülebilecek kadar açık seçik olduğu fark edilseydi…En nihayetinde, tüm dış politika yapım süreçlerinde sadece destekleyici ve adanmış kimselerin görüş ve desteklerine değil, aynı zamanda farklı, muhalif ve eleştirel uzmanlara da kulak verilseydi eğer… Evet bunlar yapılsaydı ne oldurdu bilemeyiz, ama en azından böylesi bir hazan mevsiminde bu hazin manzaralarla karşılaşılmayabilirdi…Bunlar yapılsaydı belki çok daha iyi olmayabilirdi, ama kesinlikle bugünkü halden daha kötü olmazdı düşüncesindeyim.

Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...

Kategori: Ramazan Gözen